Roman Eleştiri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Roman Eleştiri etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Şubat 2023

MARY HİGGİNS CLARK İLE "SAHTEKÂR"

                                     
                                                           “Gerçek daima tuhaftır. Kurgudan daha tuhaf.” Bu sözü okuduktan sonra karar verdim. Mary Higgins Clark ve Sahtekâr üzerine yazmaya. Cinayet romanlarının ortak özellikleri hep şaşırtıcı bir sonla bitmesidir. Genelde katil hiç beklemediğiniz birisi çıkar. Ve katilin kim olduğunu öğrenmek adına sonuna kadar merak içinde okursunuz kitabı. İşte cinayet romanlarındaki o hazır şablonu, Clark bu romanında yerle bir ediyor.
                                        Nasıl mı?
Öncelikle katili hiç merak etmiyorsunuz. Çünkü, kitabın daha ilk çeyreğini dahi bitirmeden katili hiç zorlanmadan buluyorsunuz. Hatta orta da işlenen birçok cinayet varken. Bu romanda asıl merak uyandıran ve sizde okuma isteği yaratan diğer karakterlerin bu cinayetlerden nasıl etkileneceği oluyor. Ve onları nasıl bir sonun bekliyor olması. Karakterlerin hemen hepsinin cinayetlerle bir bağlantısı var, bu yüzden cinayetleri kimin, nasıl çözeceği de ayrı bir merak konusu.
Sahtekar, bol karakterli bir roman. Sayfalar ilerledikçe araya yeni karakterler yani yeni şüpheliler girse de hepsi rolünü başarıyla oynayıp kenara çekilirken siz katilin kim olduğu konusunda yaptığınız doğru tahminle içten içe övünüyorsunuz. 
Ve, Clark’ın iki eli yapışıyor sanki omuzlarınızdan, o an sarsılıp “bu ne ya!?” diyorsunuz içinizden. Hiç yerinizden kalkmadan bir an önce sona ulaşma isteği doğuyor içinizde. Katili de tahmin ettiğinize göre bunu nasıl yapıyor Clark? İşin sırrı işte o tuhaf cümle de yatıyor. “Gerçek daima tuhaftır. Kurgudan daha tuhaf.”
Kate Connelly, ailesinin sahip olduğu Connelly İnce Antika Reprodüksiyonları’nda gecenin bir yarısı şirketin eski çalışanı Gus Schmidt ile buluşur. O anda Komplekste büyük bir patlama olur.  Kate ağır yaralanır ve günlerce komada kalır. Gus ise ölmüştür. Sigorta şirketinin yangın müfettişleri ile dedektifler patlamanın ve cinayetin peşine düşerler. Patlamada meydana gelen çukurda 25 yıl önce öldürülmüş bir kadın iskeleti bulurlar. Boynundaki ucuz kolye tek ipucudur. İskelet yıllar önce ortadan kaybolan Trace'ye aittir. Ailesi yıllardır hiç ümidini kesmeden aramıştır Trace'yi. Connelly ailesiyle ilgisi neydi merak ediyorsunuz.
Şirket sahibi Doug Connelly, diğer kızı Hannah Connelly ile Kate’nin komadan çıkmasını beklemektedir. Fakat bekleyen sadece onlar değildir. Dedektifler ve yangın müfettişleri de  Kate’in komadan çıkmasını bekler. Kate ise yattığı yerden sürekli kâbuslar görür. Yarı baygın halde yatarken, gördüklerinin gerçek mi yoksa rüya mı olduğunu düşünmektedir.
Connelly kompleksi yakınlarındaki nehirde  Jamie Gordon isimli genç bir kızın cesedi bulunur.  
"Sahtekâr", sadece bir cinayet(ler) romanı değil. 
Bir de evsiz Clyde Hotchkiss var. Cinayetlerin bir numaralı şüphelisi.
Clyde, çok sayıda madalyanın sahibi Vietnam gazisi.  Vietnam’a gitmiş ve ülkesine hizmet ettiği için gururluydu.  Savaşta hayatını kaybetmemişti fakat orada olanlar yüzünden zevk alarak yaşayabileceği hayatını kaybetmişti.
Karısı Peggy ve oğlu Skip'ı terk edip gideli tam 41 yıl olmuştu. Yıllardır yaptığı tek şey dilenmek ve şarap içmekti. 41 yıl boyunca tek düşündüğü şey ise Peggy'nin başka birisiyle evlenmiş olabileceği ve Skip'ın o adama baba demiş olmasıydı.
Fakat Peggy hiçbir zaman evlenmedi. O hep Bayan Hotchkiss olarak kaldı. Peggy ve oğlu her zaman Clyde’i bekledi.
Yıllar sonra cinayet şüphelisinin (Clyde) harap minibüste unuttuğu fotoğraf şimdi televizyon kanallarında çıkıyordu. Resimde üçü poz vermiş gülümsüyorlardı. Clyde,karısı ve oğlu.
Peggy ve Skip, Cylde’ı hastane odasında ölümünden sadece 2-3 dakika önce görebildiler.
Uzun ayrılıkların bile, gerçek bir aşkta sadakat duygusunu yok edemediği derinden ve içiniz ürpererek hissediyorsunuz, okurken.
Kitabın sonunda sizi bekleyen şaşırtıcı sürprizin ipucunu ise Mary Hıggıns daha ilk sayfada hem de önsöz bölümünde veriyor.
“Ertesi gece annesi bir kazada öldü ve babası o şarkıyı bir daha asla söylemedi.”
Kitabı bitirdiğinizde gülümsüyor ve içinizde bu cümleyi tekrar okuma isteği hissediyorsunuz.

Zülfü Livaneli'nin "Huzursuzluk" Kitabı Üzerine

“…merhamet de zulmün bir parçası; ne bana acıyın ne de çocuğuma. Merhamet zulmün merhemi olamaz!”
Bu sözler Zülfü Livaneli’nin yeni kitabı "Huzursuzluk"un kahramanı Ezidi kızı Meleknaz’a ait. Acıları üzerine konuşmuyor Meleknaz, yüreğine çökeni bakışlarıyla anlatıyor.
İbrahim gazetecidir. Çocukluk arkadaşı Hüseyin’in ölüm haberi üzerine yaşadığı İstanbul’un o keşmekeş kalabalığından sıyrılıp Mardin’e doğup büyüdüğü topraklara gider.  Niyeti arkadaşının ölümünü araştırmaktır.
Hüseyin’in büyük bir tutkuyla sevdalandığı yezidi (ezidi) kızı Meleknaz’ın peşine düşer. İçine düştüğü girdap tüm gizemiyle onu diplere doğru çekerken diğer taraftan da bir Ortadoğu gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kalır. IŞID zulmü... İbrahim’e bu konuda ilk anlatı arkadaşı Mehmet’in babası Fuat amcadan gelir. Bu bölüm için, kitabın en can alıcı kısımlarından biri diye bilirim;
“Harese nedir bilir misin oğlum? Arapça eski bir kelimedir. Hırs, haris, ihtiras, muhteris sözleri buradan türemiştir. Develer çölde üç hafta aç susuz yemeden içmeden yol alabilirler. Ama bunların çölde çok sevdikleri bir diken vardır. Gördükleri yerde o dikeni koparıp çiğnemeye başlarlar. Keskin diken devenin ağzında yaralar açar, o yaralardan kan akmaya başlar. Tuzlu kan tadı ile dikenin tadı devenin çok hoşuna gider. Yedikçe kanar, kanadıkça yer. Eğer engel olunmazsa deve kan kaybından ölür. Bunun adı haresedir. Bütün Ortadoğu’nun adeti budur oğlum. Tarih boyunca birbirlerini öldürür ama kendini öldürdüğünü anlamaz. Kendi kan tadından sarhoş olur.”
Livaneli, bu romanında orta doğunun en insafsız yüzünü, savaşı, yoksulluğu, vatansızlığı,  açlığı, ölümü, bir paket sigaraya satılan Ezidi kızlarını, ölümden beter kaçışları anlatıyor.  Kendi kanına doymayan doğunun haresesini, batının tükenmek bilmeyen ırkçılık hareketleriyle,  acının ve kanın kaderini birleştiriyor, IŞID saldırısından yaralanarak kurtulan Hüseyin, gittiği Amerika da ırkçıların saldırısıyla ölüyor.
Kan akıtmakta doğudaki harese ne ise batıdaki ırkçılıkta aynı. İnsan hayatı ve insana verilen değer söz konusu olduğunda hangisi daha masum sayılır ki.
İşte Livaneli, romanında bu ayrıntıyı, İbni Haldun’un “coğrafya kaderdir”  ve Kavafis’in        “ şehir ardından gelir” söyleriyle anlatmış.
İbrahim, yıllar sonra döndüğü bu Mezopotamya şehrinde çocukluğununnostaljisini yaşarken diğer taraftan da Meleknaz’ı aramaya devam ediyor. Bir kez olsun görebilme isteği… Sesini duyma, bir kez olsun gözlerine bakabilmek, onunla konuşabilmek için içindeki karşı koyamadığı isteğe engel olamıyor. Zihninde ise meleknaz hakkında duyduklar...
Romanda  bir de Hüseyin’in, Meleknaz’a yazdığı Arapça şiirler var,
“Sevgilinin ayakları altında ezilen üzüm gibi / Lal renkli şaraba dönüştüm ben / Bu yüzden razıyım ezilmeye.” bir başka şiirde,
Daha üzüm asması yaratılmadan sarhoş olanım ben / Sen doğmadan önce aşkınla berduş olanım ben.
Orta doğunun o binlerce yıllık destansı aşk masallarında kendini çöllere dağlara vurmuş bağrı yanık aşıklarını düşününce acaba orta doğunun aşkları da harese mi diye kendime sormadan edemiyorum.
Okurken, Hüseyin’in, Meleknaz’ınZilan’ın ve daha nicelerinin hikayesine tanık oluyorsunuz. Her biri yürek dağlayan hikayeler olsa da Livaneli, her zaman ki dingin ve uysal anlatımıyla bir sayfadan diğerine geçiriyor bizi. Derken merhametin ne olduğunu yeniden sorgulamaya başlıyorsunuz. İşte tam da bu noktada zihinlere yerleşmiş tanımları yerle bir ediyor, yazar.… Doğunun haresesi ve görmezden gelinen gerçekleri ile yüzleşirken merhametin en sert ve huzursuz eden yüzü ile karşılaşıyorsunuz.  Üslubunu asla bozmadan yapıyor bunu Livaneli,


Kitabı bitirip kapattığınızda içinizde Meleknaz’la bir kez olsun karşılaşabilme ve o çekik kara gözlerine bakma isteği uyanıyor.Tabi, merhametten asla söz etmeden.