EDEBİYAT etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
EDEBİYAT etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Nisan 2021

EDEBİYAT VE DİRENİŞ

Edebiyattaki direnişi kişisel direnişle bağdaştırmışımdır her zaman. Bunun sebebi edebiyatın ne olup ne olmadığı ile yakından alakalı aslında. Birçoklarının gözünde edebiyat bir bilimdir. Birçok kişi de edebiyata sanat gözüyle bakar. Edebiyatı neden sanatla ya da bilimle aynı kefede değerlendirdiklerine bir türlü anlam verememişimdir. Edebiyat o kadar kısır mı kaldı? Bilimin birçok dalı birbirinden beslenir. Öyle de olmak zorunda. Sosyal bilimlerle ilgili bir yazının içenden mutlaka antropolojinin ya da psikolojinin rüzgârı esip geçer. Tek başına değerlendirilemez. Hep bir tarafı eksik kalır çünkü. Hele konu insan olunca. Deniz deryadır bilimin her dalı. Sanatta aynı şekil de. İnsanda var olur. İnsan da yaşar. Fakat edebiyat farklı. İnsan da yaşamaz, şekillenmez de. İnsan, edebiyatta var olur, şekillenir. Gerektiğinde bilimi, sanatı yücelten de edebiyattır. Edebiyat eşittir şu ya da bu diyemeyiz. Edebiyat eşittir sonsuzluk. Edebiyat eşittir varoluştur. İçinde hiçbir sanat ya da bilim barınmaz. Hepsi gelip geçici misafirdir edebiyatta. Öyle yücedir ki kalemler. Bir kelime ya da bir cümle ile savurur, yer ile gök arasında, kendini esir etmek isteyenleri. Bağımsızdır edebiyat. Hürriyeti kısıtlansın istemez. Kimi zaman bir şiirin mısralarında haykırır asi, pervasız, kimi zaman bir roman karakterinde canlanır, sahi sanırsınız okurken, adı özgürlüktür, Edebiyatın özgürlüğü. Her kılıfa girer, her kişiliğe bürünür kalemin ucunda. Teknolojiye de yenik düşmez hiçbir zaman. Klavyenin tuşları hâkim olsa da yazınıza. Kalem bir başka ifade eder edebiyatı. İçinde geçmiş saklıdır çünkü. Geleceği aydınlatan meşale onun ucunda alevlenmeye başlar. Ondandır en büyük direnişler, edebiyatta yaşanır. Ölümsüzleşir. Büyük bir tehlikedir edebiyat. Direnişten önce cesaret ister. Yılgınlık sevmez. Pes etmekten hoşlanmaz. Yazdığı kitaplardan ve düşünce suçundan hapis yatanların olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Orhan Kemal’i, Nazım Hikmet’i, Duygu Asena’yı okumuş sevmiş insanlarız. Perihan Maden’in yazdığı yazılar sebebiyle mahkeme yollarını aşındırıp, kimi kesimlerden aldığı tepkiler epeyce başını ağrıtmıştır, sanırım. Sadece ülkemizde değil dünya edebiyatında da var gerçek direniş örnekleri; “Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği” adlı romanıyla tanınan ünlü yazar Milan Kundera, bir Çek Gazetesi tarafından “komünist ihbarcı” olarak suçladığında haber dünya basınına bomba gibi düşmüştü. Kundera iddiaları reddetse de gazete ısrarını sürdürüp elindeki verilerin hükümet tarafından da kanıtlandığını söylediğinde 4’ü Nobel ödüllü 11 yazar gazeteyi protesto etmişti. Edebiyatta direniş dendiğinde kaderci yaklaşmadan da edemiyorum aslında. Adalet Ağaoğlu, “Başka Karşılaşmalar” kitabının bir yerin de şöyle yazıyor; “Bazen de mutlu rastlantılar vardır. Bir hapishanenin dört duvarı arasında Balaban, Nazım Hikmet’le birlikte bulunmasaydı acaba bu günkü ressam Balaban olur muydu? Orhan Kemal, hem Nazım Hikmetle hem de Kemal Tahir’le kapalı duvarlar gerisinde bir “tutukluluğu” yaşamasaydı yazmayı sürdürür, geliştirir miydi?” Direnişin getirisi her ne kadar yazarın yüreğinde açık yaralar bıraksa da yaşamında farklı denizlere yelken açıyor. Hem de izlediği yoldan, inandığı ideolojiden asla vazgeçmeden. Çünkü kalemler öyle bir sahip çıkıyor ki onu tutan ele. Hiçbir güç yıldıramıyor bu kara sevdayı. Bu sene en son ziyaret ettiğim fuar, 5. Ankara Kitap fuarıydı. 10 yıl aradan sonra ilk kez gitmiştim Ankara’ya. Fuar da ilk uğradığım Cumhuriyet yayınlarının standı oldu. Girişte büyükçe bir yere hazırlanmıştı. Önünde en uzun süre kaldığım ve kitaplarını incelediğim stant da burasıydı. Tezgâh siyaha boyanmıştı, sanki. İçim burkuldu. Tuncay ÖZKAN ve Mustafa BALBAY’ın kitapları doldurmuştu tezgâhı. Son çıkan kitapların kapaklarında siyah renk ağırlıklı olarak kullanılmıştı. Yaşadıkları onca haksızlığa ve zulme karşılık siyah o kadar asil duruyordu ki, sanki zafer çığlıkları atıyorlardı tüm kitap arasında. Tek tek dokundum kitaplara. Alıp birer birer inceledim. Her iki kitapta da yaşadıkları haksızlıkları, ağır şartları anlatmıştı Mustafa BALBAY. Birinde anlattığı Zulümhane’yi, diğer kitabında muzip bir yaklaşımla dizelere dökmüş, dedikleri gibi ‘acıyı bal’ eylemişti. İşte bu yüzden, Direniş kelimesi bana gücü ifade ediyor. İnatlaşmayı, mücadeleyi, zıtlaşmayı ifade ediyor. Hatta kişideki özgüveninin farklı bir yöntemle dışa vurumu diyebilirim. Direnişin, sevgiden alacağı vardır her zaman. Bir ideoloji, bir hedef ya da bir yol uğruna verilen savaşın sebebi sevgiden başka ne olabilir. Hele bu yol edebiyattan geçiyor, çıkmaz bir sokak da tek vücut oluyorsa. Ve, öyle direnişleri görmüştür ki bu dünya; uğruna kalemler kırılmıştır duruşma salonlarında. Ve direniş, kimi zaman, demir parmaklıkların ardında devam etmiştir/etmektedir. Zaman durmuştur bir sabah vakit. Arabanın kontak anahtarında son bulurken edebiyat, geriye şarapnel parçaları ve bir kalem kalmıştır. O güzel şarkıdaki gibi.... Bütün hepsini içine sindirmiştir edebiyat. Tüm acılarını gömmüştür yüreğine, ağlayan yavrusunu bağrına basar gibi. Tüm acıların, direnişlerin sonuna bir soru işareti koyup, belki de olması gereken budur diyorum. Yazarı yazar yapan “taraf” olmasıdır. Çizgisini belirlemesi, tuttuğu köşeyi sahiplenmesidir. Kim bilir… Belki de yıllar sonra bu direniş, yeni bir edebi akım olarak geçecektir Türk Edebiyat tarihine. Kim bilir… Belki bir gün. Mayıs-2011 YAYINLANDIĞI YER: KUM DERGİSİ -SAYI:62/2011

6 Aralık 2011

ÖLÜM VE ÖLÜMSÜZLÜK ÜZERİNE....

Kapanır devrin kadınlarına görkemli bölüm
Yaz bahçelerinde hoyrat bir rüzgârdır ölüm
...


Ayşe KULİN’in, Füreya adlı kitabından alıntıdır bu dizeler.
Her insan farklı yaşayıp adlandırır ölüm acısını. Ölümün ruhuna verdiği tahribatı ve hayata yansımalarını.
Belki de tek ortak nokta “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” düşüncesidir. Çünkü her ölüm yeri doldurulamayan bir yok oluş hikayesidir.
Neler yazılıp çizilmedi ki ölümle ilgi, fakat hiçbir tanım ya da betimleme ölüm acısını anlatmaya kafi gelmedi. Yüreğe çökeni çıkartamadı. Kelimelerin kifayetsizliği, ölümün geri dönülmezliğinde gizlenir çünkü. Naçar kalır yürekler... Sorgularken ölümün yaşattıklarını, bir anda geçmişte buluverir insan kendini. Kokusunu duyar, hissedersiniz.
Sanatçıysa ölen, eserlerinde yaşar adı yıllar boyu. Ölümsüzlüğü yakıştırır sanatçı kimliği ona. Peki ya çevresi... yakınları.... Onlar için bu gerçek bir avuntu olur mu bilinmez. Fakat bir de ölümü kendi seçen sanatçılar var ki, insan neden diye sormadan edemiyor. ‘Neden?’ diyorsunuz, duyup, öğrenince. Sanki çok tanıdık biriymiş gibi ölen... Oysa daha insanlığa neler sunabilirdiniz, yaşasaydınız.
Virginia WOLLF ölümü seçip kendini nehrin sularına bıraktığında geriye bir çok eser bırakmıştı. Fakat acılarına yenik düştü ünlü edebiyatçı. Bana kalırsa; Yazar içinde kopan fırtınaları, yaşamakla ölmek arasındaki seçimini defalarca sorgulamış, kararsızlığını ve neticede zor seçimini yine o nehir kıyısında vermişti.
“Kendine Ait Bir Oda” isimli kitabını okurken vardım bu kanıya. Sayfalar boyu sürekli nehir kıyısına gidip düşündüğünü defalarca ve ısrarla vurguluyor yazar. Kitabın bu kısımlarını okurken yazarın ölümü çok önceden planladığını düşünmüştüm hep.
John Kennedy Toole, Kitabı “Alıklar Birliği” yayıncılar tarafından basılmayınca deprasyona girip intihar etmişti. Ölümünün ardından basılan kitabı ona bir de, 1981 yılında Pulitzer Ödülünü kazandırmıştı. Sanat ve bilim dünyasından benzer birçok örnek vermek mümkün.
Ölümün kaçınılmaz oluşu bile maalesef intiharı tercih edenler için caydırıcı bir sebep olmuyor.
Yazar olmanın tehlikeli bir boyutudur bu size iki örnekle anlatmak istediğim. Her zaman araftadır yazar kısmı. Dengeyi kaçırdın mı okyanusun o tehlikeli sularına giriverirsiniz hemen. Hayalle gerçek arasında sıkışıp kalır romanda yarattığınız karakter. İkinci sayfa da aniden başka biri olursunuz. Onun gibi düşünen, onun gibi gezen, hatta yiyip içen. Evinizde, arabanızda bir başka karakter canlanır zihninizde.... Sanki o an 2. bir varlık girmiştir bedeninize. Hissedersiniz...
“Yaşamayı ölüm kaygısıyla bulandırıyoruz. Biri dertlendiriyor, öteki korkutuyor bizi.”diyor Montaıgne.
Hangi yaşta ya da ne şekilde gelirse gelsin ölüm hep hazırlıksız yakalar.
Ölüme hazırlanmak diye bir şey var mıdır bilmem. Fakat bir kazanın ardından, ağır bir hastalıkta ya da ameliyat öncesinde ölüm endişesi yaşar insan. Kabullenmese de ölümü, içinde bulunduğu durumun vehminden kaynaklansa gerek şöyle bir gelir geçer aklından.
Ölümün her geçen gün yaklaştığını bilmek bana zaman olgusunun ne kadar değerli olduğunu anımsatır.
Yaşayamadıklarımıza ya da yapamadıklarımıza kaygılanmak ise kendimizden çaldığımız en büyük zamanlardır.
Önemli olan ölüm değildir benim için. Sonrasında arkamızda bıraktığımız izlerdir. Hayata döndürdüğünüz bir hastadır kimi zaman, şimdi görseniz yüzünü bile hatırlayamayacağınız.. Ya da okuttuğunuz bir öğrencidir, saçları iki yana örgülü. Belki de hünerli ellerinizden çıkmış bir resimdir hangi evin duvarını renklendirir bilinmez. Ya da asude bir anıttır park kenarında, bir gece vakti ayyaşın birine gönül yoldaşlığı etmiştir meyhane çıkışı. Belki de sadece bir gülümseyiştir, geride bıraktığınız, boş gönülleri ümitlendiren.
Nasıl sonlanır konusu ölüm olan bir yazı… Hangi temenniler de bulunur insan ölüm üzerine. Dünya döndükçe hiç bitmeyecek ölüm sızısı. İnsanoğlu varoldukca, varolacak ölüm, karşı cephede her daim nöbette….
Yayımlandığı Yer : Kum Edebiyat Dergisi Sayı : 63/2011 Sayfa/42-43