30 Ekim 2021

BİR PARANOYADIR ALDATMAK

ALDATMAK… ALDATILMAK
Çevremizde birçok kişiden, duyduğumuz tanık olduğumuz bir yaşanmışlık hikâyesidir aldatmak.
Türkçe de bu kelimenin birçok eş anlamlı karşılığı var. Yani eylem olarak algıladığınız da kandırmak, inandırmak, yanıltmak gibi. Mana olarak ifade ettikleri şeyler farklı olsa da, bunların hepsi aldatmak kelimesi ile eşanlamlı sözcükler. Hepside bir olumsuzluğu ifade ediyor.
Peki, kişilerin, kendilerini bu olumsuz eyleme kaptırmalarının sebebi nedir?
Nedir aldatmak? Neden aldatır eşler birbirlerini.
Dünya üzerinde bütün kültürlerde yaşanan bir olgudur aldatma.
Toplumlardaki değişen sosyo-kültürel farklılıklar içinde sürekliliğini artarak koruyan tek etik dışı davranış.
Son yıllarda süre gelen yükselişi, geleneği, töreyi, mahremiyeti, gizliliği, hiçe sayarak meydan okurcasına gelişen, gelişirken istek ya da istek dışı kabul gören bir kavram.
Toplumlar da kavramdan, davranış biçiminden ziyade yaşam biçimi olarak lanse edilmesi belki de en ilginci.
Aldatmak bir paranoyadır.
Aldatmak…. Ya da aldatılmak….
İnsan tipolojileri incelendiğinde her iki kelimenin de yaş, din, dil, irk, mezhep gözetmeksizin nasıl evrenselleştiği düşündürücü boyuttadır.
En çok kimler aldatır? Yapılan araştırmalara göre kadın ya da erkek aldatma oranları neredeyse birbirlerine eşit. Sebepleri ise birbirinden çok farklı.
Kadın, erkeğe karşı içinde yaşatıp bastıramadığı kırgınlığını( bu kelimeye dikkat), başka erkekle beraber olarak gidermeye çalışıyor. Kırılganlıktan kasıt; kabul görüldüğünün, beğenildiğinin veya sevildiğinin hissettirilmemesidir. Bir başka sebep ise çocukluğunda, Babadaki gücü eşte bulamaması ya da tam tersi babaların kız çocuklarına, varlığıyla birlikte gücünü hissettirememiş olmasıdır.
Kız çocukları, babalarını yaşamlarına giren ilk erkek olarak benimser.
‘Baba güçlüdür’, ‘Baba evin erkeği ve tek hâkimidir.’ gibi hazır şablonlara oturtturulmuş, baba tipolojisi, eş seçiminde her zaman, rol modeldir. Baba-kız ilişkilerinin dayandığı temel kuram da buradan kaynaklanıyor.
Erkeğin aldatma sebebi ise çok daha farklı.
Beraberlikler de aldatan genelde erkektir. Yani hep bu şekilde duyar ve biliriz, peki ama neden?Bu güne kadar birçok kişiden duymuşumdur aldatmak ve aldatılmak ile ilgili hikâyeler, bir kaçına istemeden tanık olmuşumdur.
O ailelere ilk baktığınız da yani dışardan gözlemlediğiniz de her şey gayet normalmiş gibi görünüyor. Her şey fevkalade her şey dört dörtlük. İşte ilgili eylemin sebebi aslında bu kelimelerin altında yatıyor.
Erkekler neden aldatıyor. Sebebi dört dörtlük bir evliliğe, evlilikten ziyade dört dörtlük bir eşe sahip olmaktan kaynaklanıyor.Türkler olarak ataerkin bir toplumda yaşıyoruz. Bir erkek farz edin, dörtdörtlük bir evliliği var ve mükemmel bir eş.
Eşler arasında kadının, eğer bir ya da birkaç yönden erkekten üstünlüğü var ise evlilikte erkek bunu kaldıramıyor. Makam mevkii kariyer ve bütün bunlara birde kadının güzelliği ve cazibesi eklenince erkek fire veriyor. Kadının sahip olduğu statülerin sayısı arttıkça ya da kadını tanımlayan sıfatlar çoğaldıkça bütün bu özellikler evlilikte erkeğin önüne bir set gibi çekiyor. Ve erkek kadını üstünde hâkimiyet kuramıyor. Çünkü kendisinden daha üstün. Ya da onun gibi birçok özellikleri, statüleri, meziyetleri var.
Burada devreye, o çok bilindik kalıplaşmış sözcük dizimi giriyor. ‘Erkek egemen bir toplumda yaşadığımız gerçeği’, Bu klasik yaklaşım, toplum düzeyinin farklılaşmasıyla da sonucu değiştirmiyor. Eğitim ve kültür seviyesi gözetilmeksizin, kadının sahip olduğu tüm bu vasıflardan sonra erkek, kadın üstünde egemenlik kuramıyor. Yani hâkimiyeti sağlayamıyor. Ve… Erkek bir süre sonra bunun ezikliğini yaşamaya başlıyor.
Sonuç olarak; erkek o şuur altına yerleşmiş tatmin edemediği egemenlik duygusunu dışarı da başka kadınlar üzerinde arıyor.
Başarılı da oluyor….
Neyin başarısı…,
Eşiyle arasında yaşadığı, kendisini komplekse sokan, kendi için de verdiği savaşın, sadece kendine olan başarısı.
Hep tanık oluruz, bakarız, dört dörtlük bir kadın sonra dinler ve düşünürüz ‘hayret böyle bir bayan aldatılır mı?’ diye.
Peki, aldatılan kadın ne yapar. Kadın, tüm meziyetlerine rağmen erkeğine sadık kalmaya devam eder.Ya da bir noktadan sonra evliliği bitirme kararı alır. Tabi bunlar kişisel sonuçlar.
Geçmiş tarihler de bir arkadaşım vasıtasıyla tanıdığım bir bayan, tabi ki biraz evvel bahsettiğim tüm özelliklere sahip bir kadın, sohbetimiz sırasın da aldatılmasını şöyle dile getirmişti.
“Biliyorsunuz…….. Sonra soruyorsunuz……. ‘Hayır’ diyor, ama anlıyorsunuz. Çünkü gözlerini kaçırıyor.”

31 Temmuz 2021

KIRSALDA RELAKS OLMAK…

ONLAR DA KADIN Yaz günlerinde sıcaktan ziyade bir başka ısınır içimiz. Yıl boyunca biriken yorgunluğu biraz olsun üzerimizden atmak isteriz. Bir çeşit relax olma isteği. Ve sıcak yaz günlerinde içinizi harekete geçiren o canlılıkla duygu ve düşüncelerinizde başlayan değişim tüm ruh halinizi de onarıma geçer. Bir kadın olarak daha güzel daha enerjik hissedersiniz kendinizi. Genel de ilk tercihimiz olan sahillere atarız kendimizi. Deniz… Kumsal… Ve güneş. Belki de kentsel hayatın bir getirisidir yaz günlerindeki bu değişim. Libidonuzdan başlayıp tüm metabolizmanızı etkileyen pozitif enerji. Kırsala indikçe farklılaşan değişimin sosyal ve kültürel etkileri gün yüzüne çıkar. Yaşamına farklı bir boyutta devam eder kırsal da yaşayan kadın. “Relax” olmanın anlamını bilmez onlar. Kimi köyler de güneşin doğuşuyla başlar gün. Issız tarlanın kenarına gürültüyle yaklaşır arkası römorklu bir traktör. Civar köylerden gelmiş kadınlar tek tek inerler traktörden. Mercimek tarlası sükûnet için de karşılamıştır yine misafirlerini. Sessizliğin yerini kadınların uğultusu alır. Başlarında rengârenk yaşmakları, dağılırlar yeşil dallar arasında. Çoğu zaman akan terlerini sildikleri oyalı yemenileriyle… Saat ilerledikçe hava da ısınmaya başlar. Ya güneş kavurur kararmış suratlarını. Ya rüzgâr acıtır, hoyrat bir el gibi yalayıp geçerken tenlerini. Kuruyup çatlamış ellerini güneş kanatmakta hiç de zorluk çekmez. Dallara, mercimeklere bulaşır kanları. Tarlanın sonu gözükür baştan beri de bir türlü ilerlemez zaman Konuştukları konular da, hayata bakışları da bizden farklıdır. Bazen yanık bir ağıt dolanır dillerine… Bazen hep birlikte söylenir türküler… Yüreklerin de kocalarının, çocuklarının sevgisiyle, dünü, bu günü ve yarınıyla. En az bizim kadar kadındır hepsi de. Kiminin elleri al al kınalı. Kimi sırtına sarmış bebeğini, kimi evinde beşiğinde bırakıp gelmiştir yavrusunu. Bir bakanı vardır elbet evinde, düşünmez. Ateşi mi çıkar? Aniden hastalanır mı? Altını iyi temizler mi evdekiler? Akşama kadar bekler mi? Annesinin memesine yapışıp karnını doyurmak için bebesi. Mercimek tarlasından alacağı yevmiyedir onun için önemli olan. Arada yanan içinin acısı nedendir bilemez. Düşünmek istemez belki de yüreği sızlar aklına her gelişinde. Sızlarda kadınlık, analık nedir bilmez ırgatlık. Sırtında sarılı getirdiyse bebesini tarlaya, o vakit daha şanslıdır kadın. Arada bir çeker alır kucağına, emzirir. Kızgın güneşin altında doyurur karnını. Kendi de soluklanır bu arada. Bebeğinin ak pak suratı giderir kısa bir an tüm yorgunluğunu. Fakat telaş eder sonra. Çok oyalandı mı göze batar. Anlar gerçi ırgat analar taze gelinin halinden. Vaktiyle onlarda emzirmiştir belki de aynı yerde, kucağında çocuğuyla oturup kurmuşlardır bağdaşlarını. Ya da farklı bir hasat zamanında başka bir tarlada. Duygu aynı duygudur. Telaş aynı telaş. Güneş aynı güneş. Nazım Hikmet baş tacı etmiş kadınlarımızı, Ne güzel de söylemiş “…..anamız, avradımız, yârimiz ve sanki hiç yaşanmamış gibi ölen Ve soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki ve kara sabana koşulan… Kadınlarımız.” derken bir şiirinde. Kentli kadınla tek benzer noktaları çocukları değildir elbette. Düşünürler akşama bir de yemek telaşı. Daha kolaydır onların akşam menüsü. Belki bir bulgur pilavı yanında ayran. Yemek bulaşık derken çay bardağı ellerinde sızar kalırlar çoğu zaman oturdukları yerde. Rüyalarında ne görürler, yaşamın hangi rengini taşır düşleri bilinmez, ama onlar da kadındır. Kuruyan elleri tam gevşeyecekken aralanır gözleri, hafiften irkilir yorgun bedenleri. Son bir yudumda bitirirler yarım kalmış bardağı. Ve iki üç dakikadan ibarettir kadınlıkları. Dekolte nedir bilmez çoğu. Ertesi gün güneşle birlikte hareket edecektir traktör. Başka bir tarlada aynı hikâye… Hayata dair…. Hayatın içinden…. Başka tarlada ve belki başka kadınlarla, başka bebeler…Güneş aynı güneş, sıcak aynı sıcak… Kadın olmanın zorluğu kentte de birdir, kırsalda da. Hisler aynıdır. Yürekler aynı. Kocalarından, babalarından çevrelerinden beklentiler de aynıdır. Onlar da kadındır… Kadın olmak hatta insan olmak adına… Haziran-2009 - Manisa Yayınlandığı Yer : İzmir İzmir Dergisi Sayı: 78/2009 -
Kum Dergisi Sayı:51/2009

22 Nisan 2021

EĞİTİMİN NOSTALJİSİ - KÖY ENSTİTÜLERİ

EĞİTİMİN NOSTALJİSİ - KÖY ENSTİTÜLERİ


Bozkırı yeşerteceğiz
Ocak tüttüreceğiz!
İlköğretim Genel Müdür Yardımcısı Ferit Oğuzbayır’ın Köy Enstitüsü öğrencilerine tek bir ağızdan söylettiği dizeler bunlar.  Yıl 1941.
Koskocaman bir tabela. Üzerinde “Hasanoğlan Köy Enstitüsü” yazıyor. 
Tabelanın arkası uçsuz bucaksız koca bir bozkır.
Anadolu’nun dört bir tarafından gelmiş, Köy Enstitülü öğrenciler, yabani otların basıp koyunların gezindiği bu araziye yeniden hayat verecekler.
Her birinin gözlerinde umudun ışığı...  Emek vermenin, azmin zaferine tanık olmak, kotarılacak aşa kendilerince bir fiske de olsa tuz katabilmekti amaçları.  Hepsinin elinde aynı meşale, kendileri gibi öğretmen yetiştirilecek yeni bir yapının inşasına başlarlar. 
Hasanoğlan Köy Enstitüsü gibi birçok enstitüde kendi yetiştirdiği öğrencilerle eğitime hazırlanır.
       0 –  
Köy Enstitülerin kurulmasındaki gereksinim, yeni bir eğitim sistemine duyulan ihtiyaçla daha kurtuluş savaşı sona ermeden başlamıştı. Milli mücadelenin devam ettiği yıllarda Türk milletinin, refahı ve uygar medeniyetler seviyesine ulaşabilmesi için kendi öz kültürüyle eğitilmesi gerekmekteydi. Doğu ve batının eğitim üzerindeki etkisi Türk milletinin içten içe kendine yabancı bir toplum olarak yetişmesine sebep olacaktı.  16 Temmuz 1921'de gerçekleşen Ankara Maarif Kongresi'nde Atatürk şöyle demiştir.
“Milli Eğitim Programı'ndan söz ederken, eski devrin boş inançlarından ve yaradılış niteliklerimizle hiç de ilgisi olmayan yabancı fikirlerden, doğudan ve batıdan gelebilen bütün etkilerden tamamen uzak, milli karakterimiz ve tarihimizle uyumlu kültür kastediyorum. Çünkü, milli dehamızın tam olarak gelişmesi, ancak böyle bir kültürle sağlanabilir. Herhangi bir yabancı kültür, şimdiye kadar takip edilen yabancı kültürlerin yıkıcı sonuçlarını tekrar ettirebilir. Fikri kültür ortamla uyumludur. O ortam milletin karakteridir..."
            İlk adım 1928 de Türk harflerinin kabulü ile başladı. İlerleyen yıllarda okuma yazmanın öğretilmesi için milli mektepler açılmış, 1932 yıllından itibaren de halk evleri kurulmuştu.
            Ülke nüfusunun %80 i köylerde yaşıyordu.  Okur-yazar oranı ise %35 ti.  Birçok köy okulsuz, okulu olan köylerde ise öğretmen sıkıntısı vardı.  Köye giden öğretmenlerin çoğu zor şartlara ayak uyduramadığı için geri dönüyordu.
Yoksulluk, salgın hastalıklar,  tarımsal üretimin tam anlamıyla yapılamaması yaşam şartlarını olumsuz etkiliyordu. Amaç,  Cumhuriyet’in getirisi uygar bir millet olabilmenin ayrıcalığını içine sindirebilecek toplumlar yaratmaktı.  Fakat mevcut şartlar söz konusu olduğunda öncelik; gündelik hayatın devamı için gerekli eğitimin verilmesiydi.  Osmanlıdan kalma yerleşmiş kültürün ve geleneksel yapının aşılması ancak köyün kendi içinde yetiştirdiği o yörenin insanlarınca sağlanabilirdi.
Artık yapılması gereken halkın güveneceği iyi eğitimli öğretmenler yetiştirmekti.
Dönemin bakanı Hasan Ali Yücel ve eğitimci İsmail Hakkı Tonguç’un çalışmalarıyla Köy Enstitüleri kurulmuş oldu.
Köy Enstitüleri, 1940 yılında yasal olarak faaliyete geçse de ilk Köy Enstitüsü 1937 yılında Eskişehir’ de kurulan Çifteler Köy Enstitüsüydü.  Yasanın çıkmasıyla birlikte ülke genelinde birbiri arkasına köy enstitüleri kurulmaya başladı.
Her enstitü kurulu bulunduğu köyün yaşam tarzına uygun eğitim ve öğretimde bulunacaktı. Böylelikle bir taraftan eğitimin neferi öğretmenler yetiştirilecek, bir taraftan da köy insanı, Cumhuriyete, laiklik ve çağdaşlığa uygun bir yaşama kazandırılacaktı.
Tarım ve hayvancılıkla ilgili birçok dersin yanı sıra, yol ve köprü yapımı, duvar ve sıvacılık, fen ve sosyal bilimler, matematik dersleri, toplum biliminden ruh bilimine, resim ve beden eğitimi, kız öğrenciler için biçki dikiş, halı dokuma gibi ek derslerden, ulusal oyunlara kadar geniş bir eğitim öğretim portföyü bulunuyor, her öğrencinin mutlak bir müzik aleti çalması gerekiyordu.
Zaman ilerledikçe Köy Enstitüleri, eğitimin dışında yıpratma hareketlerine karşı da mücadele vermeye başladı.  Toprak ağaları köy insanını enstitülere karşı kışkırtıyor, gerici siyasetçi ve eğitimciler gün geçtikçe artan karalamalarla enstitüleri hedef gösteriyordu.
Cumhuriyet ve laiklik karşıtı din istismarcıları Enstitülerin, yüzyıllardır süregelen inançlara, dönemin Türk aile yapısına ve ahlak aykırı olduğu konusunda fetvalar veriyor, zaten sayıları çok az olan kız öğrencilerden dolayı yapılan karma eğitimi örnek gösteriyorlardı. Artık  “Din Elden Gidiyordu!”
             Köy Enstitüleri bütçesinin yetersiz olmasından kaynaklanan,  öğrencilerin eğitimin dışında yapı ve onarım gibi farklı işlerinde çalışması, okul kitaplarında yabancı düşünürlere ait çevirilere yer verilmesi, o yıllar dünyada esen Sovyet rejimini ve komünistliği çağrıştırdığı söyleniyordu.  Genel yönetimin başında solcu ve marksizmi savunan eğitimci ve yazarların olması, gerekçe gösteriliyordu. Bütün bu yıpratma çalışmaları karşısında Hasan Ali Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç ısrarla mücadelelerini sürdürmüşlerdi.
Türkiye’nin gerçekleri… Ve, bu gerçekler karşısında bilimin ışığıyla aydınlanacak, laik, yurtsever, geleceğini kaderine teslim etmeyen, yaratıcı bir nesil yetiştirmek. İki farklı sentezi birleştiren köprü vazifesi görmüştü Köy Enstitüleri. Tahmin edilenin çok üstünde bir başarı göstermiş, yurdun dört bir tarafında tam anlamıyla aydınlar yetiştirmişti.
Köy Enstitüleri tüm çabalara rağmen 1957 yılında kapatıldı. Dejenere olmuş bir toplumdan, irfan sahibi öğretmenler yetiştirilmişti.  Bugün o mezunların büyük çoğunluğu sivil toplum örgütleri bünyesinde toplanarak anılarını canlı tutmaya çalışıyor. Köy Enstitülerinin büyük çabayla zedelemeye çalışılması ve kapatılışı ise anıları içinde yüreklerini sızlatan birer ayrıntıdan ibaret.




11 Nisan 2021

EDEBİYAT VE DİRENİŞ

Edebiyattaki direnişi kişisel direnişle bağdaştırmışımdır her zaman. Bunun sebebi edebiyatın ne olup ne olmadığı ile yakından alakalı aslında. Birçoklarının gözünde edebiyat bir bilimdir. Birçok kişi de edebiyata sanat gözüyle bakar. Edebiyatı neden sanatla ya da bilimle aynı kefede değerlendirdiklerine bir türlü anlam verememişimdir. Edebiyat o kadar kısır mı kaldı? Bilimin birçok dalı birbirinden beslenir. Öyle de olmak zorunda. Sosyal bilimlerle ilgili bir yazının içenden mutlaka antropolojinin ya da psikolojinin rüzgârı esip geçer. Tek başına değerlendirilemez. Hep bir tarafı eksik kalır çünkü. Hele konu insan olunca. Deniz deryadır bilimin her dalı. Sanatta aynı şekil de. İnsanda var olur. İnsan da yaşar. Fakat edebiyat farklı. İnsan da yaşamaz, şekillenmez de. İnsan, edebiyatta var olur, şekillenir. Gerektiğinde bilimi, sanatı yücelten de edebiyattır. Edebiyat eşittir şu ya da bu diyemeyiz. Edebiyat eşittir sonsuzluk. Edebiyat eşittir varoluştur. İçinde hiçbir sanat ya da bilim barınmaz. Hepsi gelip geçici misafirdir edebiyatta. Öyle yücedir ki kalemler. Bir kelime ya da bir cümle ile savurur, yer ile gök arasında, kendini esir etmek isteyenleri. Bağımsızdır edebiyat. Hürriyeti kısıtlansın istemez. Kimi zaman bir şiirin mısralarında haykırır asi, pervasız, kimi zaman bir roman karakterinde canlanır, sahi sanırsınız okurken, adı özgürlüktür, Edebiyatın özgürlüğü. Her kılıfa girer, her kişiliğe bürünür kalemin ucunda. Teknolojiye de yenik düşmez hiçbir zaman. Klavyenin tuşları hâkim olsa da yazınıza. Kalem bir başka ifade eder edebiyatı. İçinde geçmiş saklıdır çünkü. Geleceği aydınlatan meşale onun ucunda alevlenmeye başlar. Ondandır en büyük direnişler, edebiyatta yaşanır. Ölümsüzleşir. Büyük bir tehlikedir edebiyat. Direnişten önce cesaret ister. Yılgınlık sevmez. Pes etmekten hoşlanmaz. Yazdığı kitaplardan ve düşünce suçundan hapis yatanların olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Orhan Kemal’i, Nazım Hikmet’i, Duygu Asena’yı okumuş sevmiş insanlarız. Perihan Maden’in yazdığı yazılar sebebiyle mahkeme yollarını aşındırıp, kimi kesimlerden aldığı tepkiler epeyce başını ağrıtmıştır, sanırım. Sadece ülkemizde değil dünya edebiyatında da var gerçek direniş örnekleri; “Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği” adlı romanıyla tanınan ünlü yazar Milan Kundera, bir Çek Gazetesi tarafından “komünist ihbarcı” olarak suçladığında haber dünya basınına bomba gibi düşmüştü. Kundera iddiaları reddetse de gazete ısrarını sürdürüp elindeki verilerin hükümet tarafından da kanıtlandığını söylediğinde 4’ü Nobel ödüllü 11 yazar gazeteyi protesto etmişti. Edebiyatta direniş dendiğinde kaderci yaklaşmadan da edemiyorum aslında. Adalet Ağaoğlu, “Başka Karşılaşmalar” kitabının bir yerin de şöyle yazıyor; “Bazen de mutlu rastlantılar vardır. Bir hapishanenin dört duvarı arasında Balaban, Nazım Hikmet’le birlikte bulunmasaydı acaba bu günkü ressam Balaban olur muydu? Orhan Kemal, hem Nazım Hikmetle hem de Kemal Tahir’le kapalı duvarlar gerisinde bir “tutukluluğu” yaşamasaydı yazmayı sürdürür, geliştirir miydi?” Direnişin getirisi her ne kadar yazarın yüreğinde açık yaralar bıraksa da yaşamında farklı denizlere yelken açıyor. Hem de izlediği yoldan, inandığı ideolojiden asla vazgeçmeden. Çünkü kalemler öyle bir sahip çıkıyor ki onu tutan ele. Hiçbir güç yıldıramıyor bu kara sevdayı. Bu sene en son ziyaret ettiğim fuar, 5. Ankara Kitap fuarıydı. 10 yıl aradan sonra ilk kez gitmiştim Ankara’ya. Fuar da ilk uğradığım Cumhuriyet yayınlarının standı oldu. Girişte büyükçe bir yere hazırlanmıştı. Önünde en uzun süre kaldığım ve kitaplarını incelediğim stant da burasıydı. Tezgâh siyaha boyanmıştı, sanki. İçim burkuldu. Tuncay ÖZKAN ve Mustafa BALBAY’ın kitapları doldurmuştu tezgâhı. Son çıkan kitapların kapaklarında siyah renk ağırlıklı olarak kullanılmıştı. Yaşadıkları onca haksızlığa ve zulme karşılık siyah o kadar asil duruyordu ki, sanki zafer çığlıkları atıyorlardı tüm kitap arasında. Tek tek dokundum kitaplara. Alıp birer birer inceledim. Her iki kitapta da yaşadıkları haksızlıkları, ağır şartları anlatmıştı Mustafa BALBAY. Birinde anlattığı Zulümhane’yi, diğer kitabında muzip bir yaklaşımla dizelere dökmüş, dedikleri gibi ‘acıyı bal’ eylemişti. İşte bu yüzden, Direniş kelimesi bana gücü ifade ediyor. İnatlaşmayı, mücadeleyi, zıtlaşmayı ifade ediyor. Hatta kişideki özgüveninin farklı bir yöntemle dışa vurumu diyebilirim. Direnişin, sevgiden alacağı vardır her zaman. Bir ideoloji, bir hedef ya da bir yol uğruna verilen savaşın sebebi sevgiden başka ne olabilir. Hele bu yol edebiyattan geçiyor, çıkmaz bir sokak da tek vücut oluyorsa. Ve, öyle direnişleri görmüştür ki bu dünya; uğruna kalemler kırılmıştır duruşma salonlarında. Ve direniş, kimi zaman, demir parmaklıkların ardında devam etmiştir/etmektedir. Zaman durmuştur bir sabah vakit. Arabanın kontak anahtarında son bulurken edebiyat, geriye şarapnel parçaları ve bir kalem kalmıştır. O güzel şarkıdaki gibi.... Bütün hepsini içine sindirmiştir edebiyat. Tüm acılarını gömmüştür yüreğine, ağlayan yavrusunu bağrına basar gibi. Tüm acıların, direnişlerin sonuna bir soru işareti koyup, belki de olması gereken budur diyorum. Yazarı yazar yapan “taraf” olmasıdır. Çizgisini belirlemesi, tuttuğu köşeyi sahiplenmesidir. Kim bilir… Belki de yıllar sonra bu direniş, yeni bir edebi akım olarak geçecektir Türk Edebiyat tarihine. Kim bilir… Belki bir gün. Mayıs-2011 YAYINLANDIĞI YER: KUM DERGİSİ -SAYI:62/2011

29 Kasım 2020

KİMLİK SERÜVENİNE “HOŞGÖRÜ”YLE SON VERMEK

Kimlik tartışmaları!…, Etniklik!…,Çok kültürlülük!…,

Birbirinden farklı bu kavramlar her sınıftan ve kültürden insanın kendince yorumladığı üç farklı olgudur. Yapılan farklı açıklamalarla bir çok ifadeler kullanıldı bu üçlü üzerine

Etniksel çalışmaların, toplumların kültürel yapısı, geçmişi ve bu bağlamdaki sorunların beklenti - neden- sonuç üçleminde gerçekleştiğini söyleyebiliriz. . Fakat kimi zaman kullanılan çelişkili tanımlar çözümden ziyade paradokslaşan ve kavram kargaşasına yol açan ifadelere dönüşmüştür.

Kimlikler, bireylerin sahip olduğu, etniklik (etnisite), cinsiyet, aidiyet, inanç ve kültürlerini kendi hür iradeleriyle yaşayabilmelerini sağlayan başlıca unsurlardır. Gerek kimliklerin gerekse etniklik( etnisite) olgusunun ne olduğundan ziyade bireyler üzerindeki etkisi, yaptırımıdır önemli olan. Kişilerin sahip olduğu cinsel kimliği, statülerin kazandırdığı kimlikler, milli, etnik ve kültürel kimliklerin hepsi bireyi “ben” yapan oluşumlardır. Kimliği, bireyde “özgürlük” hissi uyandırır. Kültürel kimlik, kozmopolitlik ve göçlerin etkisiyle değişime uğrayabilir. Bireyler yeni yerleşim yerlerin de ve yeni hayatlarında çoğu zaman kültürel kimliklerinin farkına varmadan değişime uğradığı hissedebilirler. Etnik kimlik ise bireyin içinde yaşadığı etnik kültürün neticesinde ve dil, ırk, kültür ve inanç eksenindeki kazanılan kimliktir. Kültürel açılımların yanın da ırksal öğelerde mevcuttur. Burada sorulması gereken; Bireyin kendini hangi etnikliğe ait olduğunu hissetmesi kimliğini ne derece farklılaştırır? Ya da kişisel tercihlerin kimlikler üzerindeki bağlayıcı etkisi ne boyuttadır? Zaman içinde, küreselleşme, çok kültürlülük, dinsel açılımlar gibi formasyonel etkilerle, kimliklerin değişemeyeceği olgusu, toplumlar da artan reddedilme korkusu ile bir dönüşüm sürecine girmiş ve ülke genelinde köktenciliği bertaraf etmiştir. Zamanla oluşan kimlik profilleri, dinsel, kültürel, etniklik gibi bağlayıcı faktörlerin etkisiyle kendini yeniden inşaya geçmiştir. Ne var ki bireyin dâhil olduğu etnik grup için de kendini hangi konumda tuttuğu/gördüğü etniklik olgusunun varlığı ile kişi de hissiyatı ağır basar. Yani kişi “ben”lik duygusunda cereyan eden ile Sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel etkiler arasın da sıkışıp kalır. Gerçekle, hissiyat arasındaki bu çakışma kabul etme ve reddetme arasında gidip gelirken, etniklik kavramını oluşturan tüm elemanlar için de kişi kendine yakın olanı tercih eder. Başka bir değişle; Bireylerin, kendisini toplumun neresinde gördüğü, o topluluktaki yerini kabul edip etmemesi ya da toplumun bireye bakışı etnik ve kültürel kimliğinin hissiyatla değişmesine yol açar. Geçmişe oranla günümüz de çok ender rastlanan değişim ihtiyacı evliliklerle gelen melezlik serüveniyle başlar. HALK KATINDA AMAÇ, DEVLET KATINDA ARAÇ Antropolojik alan araştırmaları etniklik ve kimlik olgusunun “ev’de” başladığı göstermektedir. Çok eski tarihlerden bu yana bir arada yaşamlarını sürdüren topluluklar birbirleriyle girift oluşturan farklı kültürlerini ve aynı coğrafyada birbirine denk yaşam stillerini ‘evlilik’ bağı ile pekiştirmişlerdir. Evlilikle gelen dışa büyüme, etnik grupların daha belirginleşmesine ve varlıklarının daha çok hissedilmesine yol açar. Zaman geçtikçe sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik ilişkiler de melezlik büyük rol oynar. Weber’e göre etnik gruplar, akrabalık dışı komünal ilişkilerin devamlılığı için önemli olan ortak atalarının sübjektif inançlarını çeşitli yollarla hatırda tutan insan gruplarıdır Buradan yola çıkarak; ‘akrabalık kavramını doğuran ‘evlilik’ etnik grupların kabul ya da reddetme manasında değişime uğrayabildiğini göstermektedir’ diyebiliriz. Etnisitenin ayırt edici özelliği ile toplumlar da yaşanılan sorunlar ve bu sorunların bireyler arası olum(lu/suz) etkilerini, toplum yine kendi içine sindirerek çözmeye çalışmıştır. İnsan ilişkilerinin hoşgörüye dayanan yapıcı yönü ağır basar. Farklılıktan doğan gerilim alevin parlamadan sönmesi gibidir. Ne var ki, Halk katın da etniklik ve kimlik farklılıkları, insan ilişkilerin de amaç olarak kullanılırken, devlet katın da araç olarak kullanılmıştır. Toplumsal sorunları aşma da yaşanılan bu psişik süreç çözümsüzlüğünü koruduğu müddetçe, geçmişte birçok ülke de yaşanan ırkçılık paradoksuna dönüşme tehlikesiyle karşı karşıyadır. BAĞLAYICILIK GERİLİME YOL AÇAR. Gerçekte var olanın yadırganması(…) farklı olanın reddedilmesi ya da kabul görmemesi ötekileştirme sürecini başlatır. Reddetme çabasıyla ya da zaten var olanı yeniden inşa etme çabası/arayışı aynı orijin üzerinde gidip gelmekten ibarettir. Gelişme göstermez. Yaptırımın yasalar ve belirleyici kanunlar çerçevesin de olması ise farklı kültür ve etniklik için de yaşayan bireylerin yeni yaptırıma ne denli ayak uydurup kabullenileceği tartışılır. Toplumlarda kimlik farlılıkların bu denli dile gelmesi, uyuyan yılanın kuyruğuna basmışçasına toplumlar arasında gerilime yol açmaktadır. Kimi toplumlarda bireylerin kendilerini asimile edilmiş hissetmelerine, daha da ileriye giderek sanki yersiz yurtsuz kalmış hissine sebep olmaktadırlar. Kimliklerini kabul ettirme ya da yer edinme çabası toplumlar arasın da endişe yaratır. Gelinen nokta da sorunların birbiriyle karşılaştırılması, kişi -toplum ikilemin de değerlendirilirken devletin ara yol bulma çabasının, ayrıştırıcı değil kaynaştırıcı nitelikte olması gerekmektedir.
Toplum için de entegrasyon sağlanmasın da devlet gücünü kutuplaştırma da değil daha uyumlu ve rasyonel kullanabilir. Sosyal, dinsel, geleneksel ve siyasal kavramların ortak çıktısı hoşgörüye dayanan yaptırımdan geçmelidir. Eylül-2009

22 Şubat 2020

HANDAN İLE…..


AYŞE KULİN'DEN ÇOK KATMANLI BİR ROMAN, HANDAN.
“Yalnız bir kadın güçlü olabilir miydi? Mutlu olabilir miydi?” sorularına cevap arıyor Ayşe Kulin yeni romanında.
"Gizli Anların Yolcusu"ndaki Handan karakterinin yaşamını bu kitapta aktarıyor, Kulin. Mutsuz sonla biten bir aşktaki aldatılmalar ve aldanmaları iki farklı dönemde kıyaslayarak yapıyor bunu. Osmanlı'nın son demlerinden günümüz Türkiye'sindeki kadın tipolojileri üzerinden tahlil ediyor.
Yaşadığı aşkları ve mutsuz evliliğinden sonra artık iş dünyasında ilerlemek, başarılı olup kendini kanıtlamak isteyen Handan mesleğine sıkıca sarılır. Güçlükler karşısında yılmayacak hayatın tadını çıkaracaktır. Amerika'da yaşayan kardeşi hastalanınca onun yanına gider. Hasta yatağındaki kardeşine, yeğeni Defne'ye sahip çıkacağına dair söz verir. Ölümünden sonra da kızı gibi sahiplendiği Defne ile birlikte, tam da İstanbul'un en hararetli, -gazlı dönemin de ülkeye geri dönerler. 
70' li yıllarda İzmir de dünyaya gelmiş Handan. Adını, babaannesi Halide Edip Adıvarın'ın romanını okurken, kitaptaki karakterden esinlenerek vermiş.  Uzun yıllar sonra Handan, kendiyle aynı adı taşıyan kitabı okumaya başladığında fark ediyor gerçeği. Sadece adı değil kaderi de benzemektedir Handan'a. Özellikle de yaşadığı aşklar, tutkunu olduğu sevdalar ve aldanmaları... Fakat Adıvar'ın Handan' ı gibi pes etmez Ayşe Kulin'in Handan'ı, her şeye rağmen hayattan zevk almayı, mücadele etmeyi, her ne koşulda olursa olsun ayakta kalmayı seçmiştir. Kendi yaşamını, aşklarını sorguladığı bir sırada karşısında belirir Halide Edip'in Handan'ı. Tıpkı bir masal perisi gibi aniden karşısına çıkar otel odasında.

Bu noktadan sonra iki Handan'ın diyaloglarında, Osmanlı'nın son dönemleri, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki Türk kadını ile günümüz Türk kadınını kıyaslıyor Ayşe Kulin ve her iki Handan'ın yaşadıklarıyla birlikte H.Edip Adıvar'ı yaşadığı dönemdeki kahramanlıklarını da tahlil ediyor. Bunu yaparken de satır aralarında kendisini  H. Edip Adıvar ile kıyaslıyor, sanki.
Ve Ayşe Kulin'in pusulası bir kez daha doğru yönü gösteriyor.
Duygu Asena'yı..
Böyle bir romanda Asena'yı anması ise gerçek bir kadirşinaslık örneği.
Başta söylediğim gibi Handan çok katmanlı bir roman.
Gezi Parkı olaylarına da geniş bir yer ayırmış, Kulin. Bu sebeple Handan aynı zamanda “Gezi Olayları”nın Romanı" da diyebiliriz. Yurt dışından gelen bir kızın ve onu korumaya çalışan annesinin gözünden anlatılmış. Fakat ancak son kısımlarında hak ettiği yerini buluyor, gezi olayları.
Bu bölümleri anlatırken arafta kalmış Ayşe Kulin.  Farklı cephelerden tepki almamak adına yapmış sanki bunu. Taraf olmakla olmamak arasında, medyadan dinlediğimiz –gezi parkı- üzerinden yapmış kurgusunu. Ancak sonlara gelindiğinde yansıtıyor,  Gezi ruhunu.
Oysa İstanbul'da yaşayan bir yazar olarak farklı bir –gezi kurgusu–  beklerdim kendisinden.   Yine de –her sesin tercümanı–olarak başarılı buluyorum.
"Handan" ile birlikte Ayşe Kulin romanlarını iki gruba ayırabiliriz. Biyografik romanları ve  diğerleri…
Biyografi romanları hakkında söyleyebileceğim tek şey, Evet Ayşe Kulin bu işin piri. Biyografik romanlarındaki başarısı ve kaleminin olağan üstü gücünü diğer romanlarında maalesef göremiyoruz. Diğer romanları arasında Sevdalinka ve Nefes Nefese ve Köprü'ye haksızlık yapmamak adına ayırmak gerekiyor. Fakat okurlarının gerçek bir Ayşe Kulin klasiği okuma vakti geldi de geçiyor bile. Bana göre Ayşe Kulin, fazla zaman kaybetmeden biyografik romanlarına geri dönmeli. Okurun beklentisi de bu yönde olsa gerek. 
                                                                                                        

                                                                                                        

29 Aralık 2019

AYNADAN YANSIYAN AKSİMİZ...

YAŞAR KEMAL
Her sabah uyandığımız da banyoya girip şöyle bir bakarız kendimize ayna da. Bakarken kimi zaman kendimizi düşünür kimi zamansa boşluğa bakarcasına seyrederiz sırlı cama yansıyan aksimizi İşte birçoğumuz için Yaşar Kemal bizim “aynadan yansıyan aksimiz”dir.
Birçokları “ince Memed” ile tanıdı Yaşar Kemal’i. Hem “İnce Memed”i benimsedi okurken hem de Yaşar Kemal’i.
Türk okuyucusu her zaman kendine en yakın olanını tercih eder. Yüreğinden çıkan, sesinden yükselen daha içinden, daha kendinden olanı okumak ister. Kendinden bir şeyler bulmak ister okuduğu kitapta, yaşamından bir kesit, sırdaş edinmek istercesine,“ben gibi...” dedirten satırları okumak ister. Okurken romandan çok yazarı okumaktadır aslında. İtiraf edemese de kendine asıl yakın bulduğu roman kahramanı mı yoksa yazar mı bilemez o an.
İşte Yaşar Kemal’in kitaplarında bu lezzeti bulur okuyucu. Köyünü, ağasını, bacısını, kendini, yüreğinden taşanı, aklına geleni, rüyasına gireni görür romanın sayfalarında. Özlemini giderir... Kendine olan özlemidir bu aslında. Su içer gibi içer satırları
Hal bu ki zor zanaattır yazarlık. Yaşar Kemal için de zorlukları olmuştur. Kimi yazar sansasyonel yaşam tarzıyla kimisi de ortaya çıkardıkları yapıtları ve başarılarıyla duyurur adını, bazılarının ise ya eserlerindeki kabul görmez aykırılıkları düşer gündeme. Topluma yabancı, çoğunluğun anlayamayacağı aykırılıklardır bunlar. Ya da söyledikleri bir çift sözdür onları başkalaşmış kılan.
Sadece yazarlara özgü değildir bu özellik.. Aslında birçok meslek gruplarında yaşanır bu durum. Fakat ortak noktaları sahip oldukları meslekleri değildir. Yani yazarlar, gazeteciler, ressamlar ya da müzisyenler böyledir deyip kestirip atamayız. Ya da hayatlarında yaşadıkları zorluklar, çıkmazlar, sansasyonel zamanlar mesleklerine özgü değildir. Hepsi de kişiseldir. Daha açık bir ifadeyle mesleğinde hızlı çıkışlar yapmış, adı, hatta yaşantısı mesleğiyle özdeşleşecek kadar başarılı birçok kişinin yaşadığı ortak sorundur bu aykırılık.
Yabancı yazarlar arasında bu durum çok daha yaygın. Yıllarca, sade bir meslek yaşantısına sahipken ölüm şekli ile adını bomba gibi duyurmuş yazarlar bile çoğunluktadır. Bir intihar haberi ile duyulur, zaten var olan adlarını.
Amerikalı yazar John O’Brien, Leaving Las Vegas adlı kitabının film haklarını sattıktan iki hafta sonra intihar eder. Kitabı bir intihar mektubu muamelesi görür.
Ceplerini taşla doldurarak kendini Ouse ırmağına bırakan Britanyalı yazar ve eleştirmen Virginia Woolf ise bu yazarlara sadece bir örnektir. “Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği” adlı romanıyla tanınan ünlü yazar Milan Kundera, bir Çek Gazetesi tarafından “komünist ihbarcı” olarak suçladığında haber dünya basınına bomba gibi düşmüştü. Kundera iddiaları reddetse de gazete ısrarını sürdürüp elindeki verilerin hükümet tarafından da kanıtlandığını söylediğinde 4’ü Nobel ödüllü 11 yazar gazeteyi protesto etmişti.
Yirminin üzerin de romanı bulunan İskoç asırlı yazar Muriel Spark’ın son derece başarılı yazarlık kariyerine gölge düşüren ise ne çıkarttığı eserleri ne de düzgün giden yaşantısıydı. Oğlu Robin’in Yahudiliği seçtiği sırada tam bir Katolik olan annesinin soyağacında Yahudiliğin olduğu söylemesiydi. Peş peşe çıkardığı sansasyonel olaylarla gazetecileri başına toplamasını ise Muriel Spark, oğlunun kendisine zarar vermesini intikam alışı olarak değerlendirir. Robin çocukluk yıllarını babası ve büyükannesi ile geçirir daha sonraki yıllarda ise babasıyla annesinin bulunduğu şehre gelip yerleşse de çocukluk yıllarını kendisinden ayrı geçirdiği için ona düşman olmuştur.
Ülkemizde de yazarlıklarını gönül rahatlığıyla yaşayamayan yazarların bir kısmı, ya seçtiği yaşam tarzından dolayı, ya da eserlerinden dolayı yıllarca farklı şekil de cezalandırılmıştır. Yazarlığında hedefine, ulaşmış okuyucuya istediğini verebilmiş yazarlardır aslında hepsi de.
Yazdığı kitaplardan ve düşünce suçundan hapis yatanların olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Orhan Kemal’i, Nazım Hikmet’i, Duygu Asena’yı okumuş sevmiş insanlarız. Perihan Maden’in yazdığı yazılar sebebiyle mahkeme yollarını aşındırıp, kimi kesimlerden aldığı tepkiler epeyce başını ağrıtmıştır, sanırım.
Hepsinin sonuna bir soru işareti koyup, belki de olması gereken budur diyorum. Yazarı yazar yapan “taraf” olmasıdır. Çizgisini belirlemesi, tuttuğu köşeyi sahiplenmesidir.

Yaşar Kemal’de mesleğinin getirdiği olumsuzluklardan payına düşeni almış, yaşadığı olumsuzluklarla dönem dönem gündeme gelmiştir. Fakat bu zorlu günleri onun yükselişine engel olamamıştır.
Uzun yıllarını Sosyalist dünya görüşü nedeniyle cezaevinde geçirir. Yıllar sonra zor günleriyle ilgili duygularını dile getirirken “Ne kahraman olayım ne mahkûm…” der Yaşar Kemal.
Bir dönem “İnce Memed” in gerçek mi yoksa hayali bir kahraman mı olduğu tartışma ve iddiaları gündemi meşgul eder. Ve yine dönem dönem Kürt açılımı ile gündeme gelişi…
Oysa Yaşar Kemal’in,1956 yılında “İnce Memed” ile aldığı Varlık Roman Armağanı, 1982’de Uluslararası Cino Del Duca Ödülü,1988’de Fransa Kültür Bakanlığı Commandeur des Arts et des Lettres Nişanı, 1991’de Fransa Strasbourg Üniversitesi Onur Doktorası ve 1998’de Frei Üniversitesi Berlin Fahri Doktora’sı sayısız ödüllerinden sadece bir kaçıydı. O dönemler hiç kimse kitapları 29 dile çevrilen bir yazara yapılanların, bir ‘etik ayıbı’ olduğunu ciddi anlamda dile getirmedi.
Türk insanı neden, nasıl benimsemişti bu uluslararası nam salmış yurt için de ve yurt dışında birçok ödül alan yazarı.
Bundan 70–80 yıl öncesine kadar ülke nüfusunun büyük bir çoğunluğu köylerde yaşıyordu. Göçlerle başlayan kentli yaşama ayak uydurma çabası ile Türk insanı daha çok saflığını, temiz kalpliliğini, açık yürekliliğini korumaya çalıştı.
Sosyal değişimin dejenere olmaya en yatkın iki yönünü; sosyo-psikolojik ve sosyo - kültürel açılımların korunmasında benlik çatışması kentsel yaşama uyum sağlamayı zorlaştırır. Bir “Yüzleşme noktası” görevini üstlenir yaşamın içindeki diğer öğeler. Radyo, televizyon, gazete ya da kitaba sarılır kente göçmüş köy insanı. Tıpkı kent insanı gibi... İşte burada Yaşar Kemal’in kitapları devreye girer hemen. Okuyanlar kendilerinden birer parça bulur kitaplarında. Karakterler ile çevresel temaların işlenmesin de epik anlatımı tercih etmiştir yazar, çoğu zaman. Kalıplaşmış değerlerin vazgeçilmezliği onun anlatımıyla şekillenir zihinlerde.

Hemen burada Yaşar Kemal’in dil konuşunda söylediği bir sözü paylaşmak istiyorum,
“Sömürücülük düzeni ortadan kalkmadan kültür bağımsızlığına erişemezsiniz. Bunun mümkünü çaresi yok. Yazarlarımız yakında Amerikan İngilizcesi sentaksıyla cümleler kurarsa hiç şaşırmayın. Türkçeyi Amerikan aksanıyla konuşurlarsa ki çokları konuşuyor, hiç şaşırmayın.” diyor.
Türk toplumu olarak diğer toplumlardan daha duygusal insanlarız. Duygusal fakat duygularını dışa yansıtmaktan çekinir bizim insanımız. Bu yüzden olsa gerek Yaşar Kemal, içinde yaşadığımız dünyanın nasıl kavramlaştırılması gerektiğini keşfetmiş ve romanlarında kullandığı tüm unsurların aslına sadık kalarak okuyucuya yansıtmıştır. Ona göre hayatı yaşanır hale getiren öz’den kopmadan yapılan tercihlerin daha içe sinmesi yani “tercih edilen” olmasıdır.
Kitapları gibi hayatını da bu benimseyişle sürdürmektedir Yaşar Kemal. Katıldığı bir konferansta, Elli yıllık bir beraberliğin ardından kaybettiği biricik eşi, Tilda’sı ile ilgili şu sözleri onun hayat felsefesini anlatmaya yetiyor sanırım.
“….50 yıllık bir beraberlik yaşadım O ölmeden önce, ‘Biz her şeye katlanarak, namuslu yaşadık, O, Osmanlı Sarayı'ndan(*), ben köyden gelmiştik. Ancak, bir insan olduk’’
Sevilay Uztutan
Temmuz-2009 – Manisa

(*) Thilda Gökçeli, İkinci Abdülhamit’in baştabibi Jak Mandil Efendinin torunudur. (İlber Orbaylı, Osmanlı Yahudileri ve Türk Dili; Batılılaşma Yolunda, Merkez Kitapları, 2007, İstanbul, İstanbul, s/220)

Yayınlandığı Yer : Maviada Dergisi Güz 2009 Sayı:15