11 Nisan 2021

EDEBİYAT VE DİRENİŞ

Edebiyattaki direnişi kişisel direnişle bağdaştırmışımdır her zaman. Bunun sebebi edebiyatın ne olup ne olmadığı ile yakından alakalı aslında. Birçoklarının gözünde edebiyat bir bilimdir. Birçok kişi de edebiyata sanat gözüyle bakar. Edebiyatı neden sanatla ya da bilimle aynı kefede değerlendirdiklerine bir türlü anlam verememişimdir. Edebiyat o kadar kısır mı kaldı? Bilimin birçok dalı birbirinden beslenir. Öyle de olmak zorunda. Sosyal bilimlerle ilgili bir yazının içenden mutlaka antropolojinin ya da psikolojinin rüzgârı esip geçer. Tek başına değerlendirilemez. Hep bir tarafı eksik kalır çünkü. Hele konu insan olunca. Deniz deryadır bilimin her dalı. Sanatta aynı şekil de. İnsanda var olur. İnsan da yaşar. Fakat edebiyat farklı. İnsan da yaşamaz, şekillenmez de. İnsan, edebiyatta var olur, şekillenir. Gerektiğinde bilimi, sanatı yücelten de edebiyattır. Edebiyat eşittir şu ya da bu diyemeyiz. Edebiyat eşittir sonsuzluk. Edebiyat eşittir varoluştur. İçinde hiçbir sanat ya da bilim barınmaz. Hepsi gelip geçici misafirdir edebiyatta. Öyle yücedir ki kalemler. Bir kelime ya da bir cümle ile savurur, yer ile gök arasında, kendini esir etmek isteyenleri. Bağımsızdır edebiyat. Hürriyeti kısıtlansın istemez. Kimi zaman bir şiirin mısralarında haykırır asi, pervasız, kimi zaman bir roman karakterinde canlanır, sahi sanırsınız okurken, adı özgürlüktür, Edebiyatın özgürlüğü. Her kılıfa girer, her kişiliğe bürünür kalemin ucunda. Teknolojiye de yenik düşmez hiçbir zaman. Klavyenin tuşları hâkim olsa da yazınıza. Kalem bir başka ifade eder edebiyatı. İçinde geçmiş saklıdır çünkü. Geleceği aydınlatan meşale onun ucunda alevlenmeye başlar. Ondandır en büyük direnişler, edebiyatta yaşanır. Ölümsüzleşir. Büyük bir tehlikedir edebiyat. Direnişten önce cesaret ister. Yılgınlık sevmez. Pes etmekten hoşlanmaz. Yazdığı kitaplardan ve düşünce suçundan hapis yatanların olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Orhan Kemal’i, Nazım Hikmet’i, Duygu Asena’yı okumuş sevmiş insanlarız. Perihan Maden’in yazdığı yazılar sebebiyle mahkeme yollarını aşındırıp, kimi kesimlerden aldığı tepkiler epeyce başını ağrıtmıştır, sanırım. Sadece ülkemizde değil dünya edebiyatında da var gerçek direniş örnekleri; “Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği” adlı romanıyla tanınan ünlü yazar Milan Kundera, bir Çek Gazetesi tarafından “komünist ihbarcı” olarak suçladığında haber dünya basınına bomba gibi düşmüştü. Kundera iddiaları reddetse de gazete ısrarını sürdürüp elindeki verilerin hükümet tarafından da kanıtlandığını söylediğinde 4’ü Nobel ödüllü 11 yazar gazeteyi protesto etmişti. Edebiyatta direniş dendiğinde kaderci yaklaşmadan da edemiyorum aslında. Adalet Ağaoğlu, “Başka Karşılaşmalar” kitabının bir yerin de şöyle yazıyor; “Bazen de mutlu rastlantılar vardır. Bir hapishanenin dört duvarı arasında Balaban, Nazım Hikmet’le birlikte bulunmasaydı acaba bu günkü ressam Balaban olur muydu? Orhan Kemal, hem Nazım Hikmetle hem de Kemal Tahir’le kapalı duvarlar gerisinde bir “tutukluluğu” yaşamasaydı yazmayı sürdürür, geliştirir miydi?” Direnişin getirisi her ne kadar yazarın yüreğinde açık yaralar bıraksa da yaşamında farklı denizlere yelken açıyor. Hem de izlediği yoldan, inandığı ideolojiden asla vazgeçmeden. Çünkü kalemler öyle bir sahip çıkıyor ki onu tutan ele. Hiçbir güç yıldıramıyor bu kara sevdayı. Bu sene en son ziyaret ettiğim fuar, 5. Ankara Kitap fuarıydı. 10 yıl aradan sonra ilk kez gitmiştim Ankara’ya. Fuar da ilk uğradığım Cumhuriyet yayınlarının standı oldu. Girişte büyükçe bir yere hazırlanmıştı. Önünde en uzun süre kaldığım ve kitaplarını incelediğim stant da burasıydı. Tezgâh siyaha boyanmıştı, sanki. İçim burkuldu. Tuncay ÖZKAN ve Mustafa BALBAY’ın kitapları doldurmuştu tezgâhı. Son çıkan kitapların kapaklarında siyah renk ağırlıklı olarak kullanılmıştı. Yaşadıkları onca haksızlığa ve zulme karşılık siyah o kadar asil duruyordu ki, sanki zafer çığlıkları atıyorlardı tüm kitap arasında. Tek tek dokundum kitaplara. Alıp birer birer inceledim. Her iki kitapta da yaşadıkları haksızlıkları, ağır şartları anlatmıştı Mustafa BALBAY. Birinde anlattığı Zulümhane’yi, diğer kitabında muzip bir yaklaşımla dizelere dökmüş, dedikleri gibi ‘acıyı bal’ eylemişti. İşte bu yüzden, Direniş kelimesi bana gücü ifade ediyor. İnatlaşmayı, mücadeleyi, zıtlaşmayı ifade ediyor. Hatta kişideki özgüveninin farklı bir yöntemle dışa vurumu diyebilirim. Direnişin, sevgiden alacağı vardır her zaman. Bir ideoloji, bir hedef ya da bir yol uğruna verilen savaşın sebebi sevgiden başka ne olabilir. Hele bu yol edebiyattan geçiyor, çıkmaz bir sokak da tek vücut oluyorsa. Ve, öyle direnişleri görmüştür ki bu dünya; uğruna kalemler kırılmıştır duruşma salonlarında. Ve direniş, kimi zaman, demir parmaklıkların ardında devam etmiştir/etmektedir. Zaman durmuştur bir sabah vakit. Arabanın kontak anahtarında son bulurken edebiyat, geriye şarapnel parçaları ve bir kalem kalmıştır. O güzel şarkıdaki gibi.... Bütün hepsini içine sindirmiştir edebiyat. Tüm acılarını gömmüştür yüreğine, ağlayan yavrusunu bağrına basar gibi. Tüm acıların, direnişlerin sonuna bir soru işareti koyup, belki de olması gereken budur diyorum. Yazarı yazar yapan “taraf” olmasıdır. Çizgisini belirlemesi, tuttuğu köşeyi sahiplenmesidir. Kim bilir… Belki de yıllar sonra bu direniş, yeni bir edebi akım olarak geçecektir Türk Edebiyat tarihine. Kim bilir… Belki bir gün. Mayıs-2011 YAYINLANDIĞI YER: KUM DERGİSİ -SAYI:62/2011

29 Kasım 2020

KİMLİK SERÜVENİNE “HOŞGÖRÜ”YLE SON VERMEK

Kimlik tartışmaları!…, Etniklik!…,Çok kültürlülük!…,

Birbirinden farklı bu kavramlar her sınıftan ve kültürden insanın kendince yorumladığı üç farklı olgudur. Yapılan farklı açıklamalarla bir çok ifadeler kullanıldı bu üçlü üzerine

Etniksel çalışmaların, toplumların kültürel yapısı, geçmişi ve bu bağlamdaki sorunların beklenti - neden- sonuç üçleminde gerçekleştiğini söyleyebiliriz. . Fakat kimi zaman kullanılan çelişkili tanımlar çözümden ziyade paradokslaşan ve kavram kargaşasına yol açan ifadelere dönüşmüştür.

Kimlikler, bireylerin sahip olduğu, etniklik (etnisite), cinsiyet, aidiyet, inanç ve kültürlerini kendi hür iradeleriyle yaşayabilmelerini sağlayan başlıca unsurlardır. Gerek kimliklerin gerekse etniklik( etnisite) olgusunun ne olduğundan ziyade bireyler üzerindeki etkisi, yaptırımıdır önemli olan. Kişilerin sahip olduğu cinsel kimliği, statülerin kazandırdığı kimlikler, milli, etnik ve kültürel kimliklerin hepsi bireyi “ben” yapan oluşumlardır. Kimliği, bireyde “özgürlük” hissi uyandırır. Kültürel kimlik, kozmopolitlik ve göçlerin etkisiyle değişime uğrayabilir. Bireyler yeni yerleşim yerlerin de ve yeni hayatlarında çoğu zaman kültürel kimliklerinin farkına varmadan değişime uğradığı hissedebilirler. Etnik kimlik ise bireyin içinde yaşadığı etnik kültürün neticesinde ve dil, ırk, kültür ve inanç eksenindeki kazanılan kimliktir. Kültürel açılımların yanın da ırksal öğelerde mevcuttur. Burada sorulması gereken; Bireyin kendini hangi etnikliğe ait olduğunu hissetmesi kimliğini ne derece farklılaştırır? Ya da kişisel tercihlerin kimlikler üzerindeki bağlayıcı etkisi ne boyuttadır? Zaman içinde, küreselleşme, çok kültürlülük, dinsel açılımlar gibi formasyonel etkilerle, kimliklerin değişemeyeceği olgusu, toplumlar da artan reddedilme korkusu ile bir dönüşüm sürecine girmiş ve ülke genelinde köktenciliği bertaraf etmiştir. Zamanla oluşan kimlik profilleri, dinsel, kültürel, etniklik gibi bağlayıcı faktörlerin etkisiyle kendini yeniden inşaya geçmiştir. Ne var ki bireyin dâhil olduğu etnik grup için de kendini hangi konumda tuttuğu/gördüğü etniklik olgusunun varlığı ile kişi de hissiyatı ağır basar. Yani kişi “ben”lik duygusunda cereyan eden ile Sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel etkiler arasın da sıkışıp kalır. Gerçekle, hissiyat arasındaki bu çakışma kabul etme ve reddetme arasında gidip gelirken, etniklik kavramını oluşturan tüm elemanlar için de kişi kendine yakın olanı tercih eder. Başka bir değişle; Bireylerin, kendisini toplumun neresinde gördüğü, o topluluktaki yerini kabul edip etmemesi ya da toplumun bireye bakışı etnik ve kültürel kimliğinin hissiyatla değişmesine yol açar. Geçmişe oranla günümüz de çok ender rastlanan değişim ihtiyacı evliliklerle gelen melezlik serüveniyle başlar. HALK KATINDA AMAÇ, DEVLET KATINDA ARAÇ Antropolojik alan araştırmaları etniklik ve kimlik olgusunun “ev’de” başladığı göstermektedir. Çok eski tarihlerden bu yana bir arada yaşamlarını sürdüren topluluklar birbirleriyle girift oluşturan farklı kültürlerini ve aynı coğrafyada birbirine denk yaşam stillerini ‘evlilik’ bağı ile pekiştirmişlerdir. Evlilikle gelen dışa büyüme, etnik grupların daha belirginleşmesine ve varlıklarının daha çok hissedilmesine yol açar. Zaman geçtikçe sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik ilişkiler de melezlik büyük rol oynar. Weber’e göre etnik gruplar, akrabalık dışı komünal ilişkilerin devamlılığı için önemli olan ortak atalarının sübjektif inançlarını çeşitli yollarla hatırda tutan insan gruplarıdır Buradan yola çıkarak; ‘akrabalık kavramını doğuran ‘evlilik’ etnik grupların kabul ya da reddetme manasında değişime uğrayabildiğini göstermektedir’ diyebiliriz. Etnisitenin ayırt edici özelliği ile toplumlar da yaşanılan sorunlar ve bu sorunların bireyler arası olum(lu/suz) etkilerini, toplum yine kendi içine sindirerek çözmeye çalışmıştır. İnsan ilişkilerinin hoşgörüye dayanan yapıcı yönü ağır basar. Farklılıktan doğan gerilim alevin parlamadan sönmesi gibidir. Ne var ki, Halk katın da etniklik ve kimlik farklılıkları, insan ilişkilerin de amaç olarak kullanılırken, devlet katın da araç olarak kullanılmıştır. Toplumsal sorunları aşma da yaşanılan bu psişik süreç çözümsüzlüğünü koruduğu müddetçe, geçmişte birçok ülke de yaşanan ırkçılık paradoksuna dönüşme tehlikesiyle karşı karşıyadır. BAĞLAYICILIK GERİLİME YOL AÇAR. Gerçekte var olanın yadırganması(…) farklı olanın reddedilmesi ya da kabul görmemesi ötekileştirme sürecini başlatır. Reddetme çabasıyla ya da zaten var olanı yeniden inşa etme çabası/arayışı aynı orijin üzerinde gidip gelmekten ibarettir. Gelişme göstermez. Yaptırımın yasalar ve belirleyici kanunlar çerçevesin de olması ise farklı kültür ve etniklik için de yaşayan bireylerin yeni yaptırıma ne denli ayak uydurup kabullenileceği tartışılır. Toplumlarda kimlik farlılıkların bu denli dile gelmesi, uyuyan yılanın kuyruğuna basmışçasına toplumlar arasında gerilime yol açmaktadır. Kimi toplumlarda bireylerin kendilerini asimile edilmiş hissetmelerine, daha da ileriye giderek sanki yersiz yurtsuz kalmış hissine sebep olmaktadırlar. Kimliklerini kabul ettirme ya da yer edinme çabası toplumlar arasın da endişe yaratır. Gelinen nokta da sorunların birbiriyle karşılaştırılması, kişi -toplum ikilemin de değerlendirilirken devletin ara yol bulma çabasının, ayrıştırıcı değil kaynaştırıcı nitelikte olması gerekmektedir.
Toplum için de entegrasyon sağlanmasın da devlet gücünü kutuplaştırma da değil daha uyumlu ve rasyonel kullanabilir. Sosyal, dinsel, geleneksel ve siyasal kavramların ortak çıktısı hoşgörüye dayanan yaptırımdan geçmelidir. Eylül-2009

22 Şubat 2020

HANDAN İLE…..


AYŞE KULİN'DEN ÇOK KATMANLI BİR ROMAN, HANDAN.
“Yalnız bir kadın güçlü olabilir miydi? Mutlu olabilir miydi?” sorularına cevap arıyor Ayşe Kulin yeni romanında.
"Gizli Anların Yolcusu"ndaki Handan karakterinin yaşamını bu kitapta aktarıyor, Kulin. Mutsuz sonla biten bir aşktaki aldatılmalar ve aldanmaları iki farklı dönemde kıyaslayarak yapıyor bunu. Osmanlı'nın son demlerinden günümüz Türkiye'sindeki kadın tipolojileri üzerinden tahlil ediyor.
Yaşadığı aşkları ve mutsuz evliliğinden sonra artık iş dünyasında ilerlemek, başarılı olup kendini kanıtlamak isteyen Handan mesleğine sıkıca sarılır. Güçlükler karşısında yılmayacak hayatın tadını çıkaracaktır. Amerika'da yaşayan kardeşi hastalanınca onun yanına gider. Hasta yatağındaki kardeşine, yeğeni Defne'ye sahip çıkacağına dair söz verir. Ölümünden sonra da kızı gibi sahiplendiği Defne ile birlikte, tam da İstanbul'un en hararetli, -gazlı dönemin de ülkeye geri dönerler. 
70' li yıllarda İzmir de dünyaya gelmiş Handan. Adını, babaannesi Halide Edip Adıvarın'ın romanını okurken, kitaptaki karakterden esinlenerek vermiş.  Uzun yıllar sonra Handan, kendiyle aynı adı taşıyan kitabı okumaya başladığında fark ediyor gerçeği. Sadece adı değil kaderi de benzemektedir Handan'a. Özellikle de yaşadığı aşklar, tutkunu olduğu sevdalar ve aldanmaları... Fakat Adıvar'ın Handan' ı gibi pes etmez Ayşe Kulin'in Handan'ı, her şeye rağmen hayattan zevk almayı, mücadele etmeyi, her ne koşulda olursa olsun ayakta kalmayı seçmiştir. Kendi yaşamını, aşklarını sorguladığı bir sırada karşısında belirir Halide Edip'in Handan'ı. Tıpkı bir masal perisi gibi aniden karşısına çıkar otel odasında.

Bu noktadan sonra iki Handan'ın diyaloglarında, Osmanlı'nın son dönemleri, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki Türk kadını ile günümüz Türk kadınını kıyaslıyor Ayşe Kulin ve her iki Handan'ın yaşadıklarıyla birlikte H.Edip Adıvar'ı yaşadığı dönemdeki kahramanlıklarını da tahlil ediyor. Bunu yaparken de satır aralarında kendisini  H. Edip Adıvar ile kıyaslıyor, sanki.
Ve Ayşe Kulin'in pusulası bir kez daha doğru yönü gösteriyor.
Duygu Asena'yı..
Böyle bir romanda Asena'yı anması ise gerçek bir kadirşinaslık örneği.
Başta söylediğim gibi Handan çok katmanlı bir roman.
Gezi Parkı olaylarına da geniş bir yer ayırmış, Kulin. Bu sebeple Handan aynı zamanda “Gezi Olayları”nın Romanı" da diyebiliriz. Yurt dışından gelen bir kızın ve onu korumaya çalışan annesinin gözünden anlatılmış. Fakat ancak son kısımlarında hak ettiği yerini buluyor, gezi olayları.
Bu bölümleri anlatırken arafta kalmış Ayşe Kulin.  Farklı cephelerden tepki almamak adına yapmış sanki bunu. Taraf olmakla olmamak arasında, medyadan dinlediğimiz –gezi parkı- üzerinden yapmış kurgusunu. Ancak sonlara gelindiğinde yansıtıyor,  Gezi ruhunu.
Oysa İstanbul'da yaşayan bir yazar olarak farklı bir –gezi kurgusu–  beklerdim kendisinden.   Yine de –her sesin tercümanı–olarak başarılı buluyorum.
"Handan" ile birlikte Ayşe Kulin romanlarını iki gruba ayırabiliriz. Biyografik romanları ve  diğerleri…
Biyografi romanları hakkında söyleyebileceğim tek şey, Evet Ayşe Kulin bu işin piri. Biyografik romanlarındaki başarısı ve kaleminin olağan üstü gücünü diğer romanlarında maalesef göremiyoruz. Diğer romanları arasında Sevdalinka ve Nefes Nefese ve Köprü'ye haksızlık yapmamak adına ayırmak gerekiyor. Fakat okurlarının gerçek bir Ayşe Kulin klasiği okuma vakti geldi de geçiyor bile. Bana göre Ayşe Kulin, fazla zaman kaybetmeden biyografik romanlarına geri dönmeli. Okurun beklentisi de bu yönde olsa gerek. 
                                                                                                        

                                                                                                        

29 Aralık 2019

AYNADAN YANSIYAN AKSİMİZ...

YAŞAR KEMAL
Her sabah uyandığımız da banyoya girip şöyle bir bakarız kendimize ayna da. Bakarken kimi zaman kendimizi düşünür kimi zamansa boşluğa bakarcasına seyrederiz sırlı cama yansıyan aksimizi İşte birçoğumuz için Yaşar Kemal bizim “aynadan yansıyan aksimiz”dir.
Birçokları “ince Memed” ile tanıdı Yaşar Kemal’i. Hem “İnce Memed”i benimsedi okurken hem de Yaşar Kemal’i.
Türk okuyucusu her zaman kendine en yakın olanını tercih eder. Yüreğinden çıkan, sesinden yükselen daha içinden, daha kendinden olanı okumak ister. Kendinden bir şeyler bulmak ister okuduğu kitapta, yaşamından bir kesit, sırdaş edinmek istercesine,“ben gibi...” dedirten satırları okumak ister. Okurken romandan çok yazarı okumaktadır aslında. İtiraf edemese de kendine asıl yakın bulduğu roman kahramanı mı yoksa yazar mı bilemez o an.
İşte Yaşar Kemal’in kitaplarında bu lezzeti bulur okuyucu. Köyünü, ağasını, bacısını, kendini, yüreğinden taşanı, aklına geleni, rüyasına gireni görür romanın sayfalarında. Özlemini giderir... Kendine olan özlemidir bu aslında. Su içer gibi içer satırları
Hal bu ki zor zanaattır yazarlık. Yaşar Kemal için de zorlukları olmuştur. Kimi yazar sansasyonel yaşam tarzıyla kimisi de ortaya çıkardıkları yapıtları ve başarılarıyla duyurur adını, bazılarının ise ya eserlerindeki kabul görmez aykırılıkları düşer gündeme. Topluma yabancı, çoğunluğun anlayamayacağı aykırılıklardır bunlar. Ya da söyledikleri bir çift sözdür onları başkalaşmış kılan.
Sadece yazarlara özgü değildir bu özellik.. Aslında birçok meslek gruplarında yaşanır bu durum. Fakat ortak noktaları sahip oldukları meslekleri değildir. Yani yazarlar, gazeteciler, ressamlar ya da müzisyenler böyledir deyip kestirip atamayız. Ya da hayatlarında yaşadıkları zorluklar, çıkmazlar, sansasyonel zamanlar mesleklerine özgü değildir. Hepsi de kişiseldir. Daha açık bir ifadeyle mesleğinde hızlı çıkışlar yapmış, adı, hatta yaşantısı mesleğiyle özdeşleşecek kadar başarılı birçok kişinin yaşadığı ortak sorundur bu aykırılık.
Yabancı yazarlar arasında bu durum çok daha yaygın. Yıllarca, sade bir meslek yaşantısına sahipken ölüm şekli ile adını bomba gibi duyurmuş yazarlar bile çoğunluktadır. Bir intihar haberi ile duyulur, zaten var olan adlarını.
Amerikalı yazar John O’Brien, Leaving Las Vegas adlı kitabının film haklarını sattıktan iki hafta sonra intihar eder. Kitabı bir intihar mektubu muamelesi görür.
Ceplerini taşla doldurarak kendini Ouse ırmağına bırakan Britanyalı yazar ve eleştirmen Virginia Woolf ise bu yazarlara sadece bir örnektir. “Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği” adlı romanıyla tanınan ünlü yazar Milan Kundera, bir Çek Gazetesi tarafından “komünist ihbarcı” olarak suçladığında haber dünya basınına bomba gibi düşmüştü. Kundera iddiaları reddetse de gazete ısrarını sürdürüp elindeki verilerin hükümet tarafından da kanıtlandığını söylediğinde 4’ü Nobel ödüllü 11 yazar gazeteyi protesto etmişti.
Yirminin üzerin de romanı bulunan İskoç asırlı yazar Muriel Spark’ın son derece başarılı yazarlık kariyerine gölge düşüren ise ne çıkarttığı eserleri ne de düzgün giden yaşantısıydı. Oğlu Robin’in Yahudiliği seçtiği sırada tam bir Katolik olan annesinin soyağacında Yahudiliğin olduğu söylemesiydi. Peş peşe çıkardığı sansasyonel olaylarla gazetecileri başına toplamasını ise Muriel Spark, oğlunun kendisine zarar vermesini intikam alışı olarak değerlendirir. Robin çocukluk yıllarını babası ve büyükannesi ile geçirir daha sonraki yıllarda ise babasıyla annesinin bulunduğu şehre gelip yerleşse de çocukluk yıllarını kendisinden ayrı geçirdiği için ona düşman olmuştur.
Ülkemizde de yazarlıklarını gönül rahatlığıyla yaşayamayan yazarların bir kısmı, ya seçtiği yaşam tarzından dolayı, ya da eserlerinden dolayı yıllarca farklı şekil de cezalandırılmıştır. Yazarlığında hedefine, ulaşmış okuyucuya istediğini verebilmiş yazarlardır aslında hepsi de.
Yazdığı kitaplardan ve düşünce suçundan hapis yatanların olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Orhan Kemal’i, Nazım Hikmet’i, Duygu Asena’yı okumuş sevmiş insanlarız. Perihan Maden’in yazdığı yazılar sebebiyle mahkeme yollarını aşındırıp, kimi kesimlerden aldığı tepkiler epeyce başını ağrıtmıştır, sanırım.
Hepsinin sonuna bir soru işareti koyup, belki de olması gereken budur diyorum. Yazarı yazar yapan “taraf” olmasıdır. Çizgisini belirlemesi, tuttuğu köşeyi sahiplenmesidir.

Yaşar Kemal’de mesleğinin getirdiği olumsuzluklardan payına düşeni almış, yaşadığı olumsuzluklarla dönem dönem gündeme gelmiştir. Fakat bu zorlu günleri onun yükselişine engel olamamıştır.
Uzun yıllarını Sosyalist dünya görüşü nedeniyle cezaevinde geçirir. Yıllar sonra zor günleriyle ilgili duygularını dile getirirken “Ne kahraman olayım ne mahkûm…” der Yaşar Kemal.
Bir dönem “İnce Memed” in gerçek mi yoksa hayali bir kahraman mı olduğu tartışma ve iddiaları gündemi meşgul eder. Ve yine dönem dönem Kürt açılımı ile gündeme gelişi…
Oysa Yaşar Kemal’in,1956 yılında “İnce Memed” ile aldığı Varlık Roman Armağanı, 1982’de Uluslararası Cino Del Duca Ödülü,1988’de Fransa Kültür Bakanlığı Commandeur des Arts et des Lettres Nişanı, 1991’de Fransa Strasbourg Üniversitesi Onur Doktorası ve 1998’de Frei Üniversitesi Berlin Fahri Doktora’sı sayısız ödüllerinden sadece bir kaçıydı. O dönemler hiç kimse kitapları 29 dile çevrilen bir yazara yapılanların, bir ‘etik ayıbı’ olduğunu ciddi anlamda dile getirmedi.
Türk insanı neden, nasıl benimsemişti bu uluslararası nam salmış yurt için de ve yurt dışında birçok ödül alan yazarı.
Bundan 70–80 yıl öncesine kadar ülke nüfusunun büyük bir çoğunluğu köylerde yaşıyordu. Göçlerle başlayan kentli yaşama ayak uydurma çabası ile Türk insanı daha çok saflığını, temiz kalpliliğini, açık yürekliliğini korumaya çalıştı.
Sosyal değişimin dejenere olmaya en yatkın iki yönünü; sosyo-psikolojik ve sosyo - kültürel açılımların korunmasında benlik çatışması kentsel yaşama uyum sağlamayı zorlaştırır. Bir “Yüzleşme noktası” görevini üstlenir yaşamın içindeki diğer öğeler. Radyo, televizyon, gazete ya da kitaba sarılır kente göçmüş köy insanı. Tıpkı kent insanı gibi... İşte burada Yaşar Kemal’in kitapları devreye girer hemen. Okuyanlar kendilerinden birer parça bulur kitaplarında. Karakterler ile çevresel temaların işlenmesin de epik anlatımı tercih etmiştir yazar, çoğu zaman. Kalıplaşmış değerlerin vazgeçilmezliği onun anlatımıyla şekillenir zihinlerde.

Hemen burada Yaşar Kemal’in dil konuşunda söylediği bir sözü paylaşmak istiyorum,
“Sömürücülük düzeni ortadan kalkmadan kültür bağımsızlığına erişemezsiniz. Bunun mümkünü çaresi yok. Yazarlarımız yakında Amerikan İngilizcesi sentaksıyla cümleler kurarsa hiç şaşırmayın. Türkçeyi Amerikan aksanıyla konuşurlarsa ki çokları konuşuyor, hiç şaşırmayın.” diyor.
Türk toplumu olarak diğer toplumlardan daha duygusal insanlarız. Duygusal fakat duygularını dışa yansıtmaktan çekinir bizim insanımız. Bu yüzden olsa gerek Yaşar Kemal, içinde yaşadığımız dünyanın nasıl kavramlaştırılması gerektiğini keşfetmiş ve romanlarında kullandığı tüm unsurların aslına sadık kalarak okuyucuya yansıtmıştır. Ona göre hayatı yaşanır hale getiren öz’den kopmadan yapılan tercihlerin daha içe sinmesi yani “tercih edilen” olmasıdır.
Kitapları gibi hayatını da bu benimseyişle sürdürmektedir Yaşar Kemal. Katıldığı bir konferansta, Elli yıllık bir beraberliğin ardından kaybettiği biricik eşi, Tilda’sı ile ilgili şu sözleri onun hayat felsefesini anlatmaya yetiyor sanırım.
“….50 yıllık bir beraberlik yaşadım O ölmeden önce, ‘Biz her şeye katlanarak, namuslu yaşadık, O, Osmanlı Sarayı'ndan(*), ben köyden gelmiştik. Ancak, bir insan olduk’’
Sevilay Uztutan
Temmuz-2009 – Manisa

(*) Thilda Gökçeli, İkinci Abdülhamit’in baştabibi Jak Mandil Efendinin torunudur. (İlber Orbaylı, Osmanlı Yahudileri ve Türk Dili; Batılılaşma Yolunda, Merkez Kitapları, 2007, İstanbul, İstanbul, s/220)

Yayınlandığı Yer : Maviada Dergisi Güz 2009 Sayı:15

22 Aralık 2019

2 ROMAN 1 ESİNLENME

MASUMİYET MÜZESİNDE VAROLMANIN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ Bireysellik çoğu zaman içe dönük yaşanırken, aşk, sadakat, aldatma, cinsellik gibi temalarla girift oluşturan toplumsal değerlere dönüşür. Kabul ve reddetmenin sınırları ilişkileri zorlar. Hiç farkında olmasak da hayatın akışı içinde nesneler ve kelimeler yaşamlarımıza yön verir. Milan Kundera’nın Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği(VDH), ve Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi (MM) adlı romanları da tüm bu eksen içinde şekillenen iki farklı hikâyeden oluşuyor. Her ikisi de Türk ve Dünya edebiyatında önemli bir yer edinmiş iki dev eser. VDH dört ana karakter üzerine inşa edilmiş bir roman. Başkarakterimiz Tomas başarılı bir Cerrah. Doğu bloğu komünizmini benimserken, bunu açıkça eleştirmekten de çekinmeyen bir yapıya sahip. Kadınlara aşırı düşkünlüğü olan Tomas, Sabrina ile olan evliliğini bitirdikten sonra Terasa ile evlenir. Tomas’ın hayatına giren en önemli kadın Teresa’dır. Fakat farklı kadınlarla olan beraberliği de devam eder. Romanda Sabrina ve Franz ise önemli iki farklı karakter olarak karşımıza çıkıyor. Prag’ın işgal edildiği dönemlerde geçen hikâyede, aşk, aldatma ve cinselliğin yanı sıra tarihsel olayların yanında yerel kültürün etkisi de bir şekilde ortaya çıkıyor. Yazar, toplumdan bireye yansıyan etkileri karakterler üzerinde ustalıkla işlemiştir. MM’nde ise İstanbul’unda yaşanan aşk hikâyesi konu ediliyor. Tekstilci Basmacı ailesinin 30 yaşındaki oğlu Kemal nişanlısı Sibel ve uzak akrabası tezgâhtar Füsun’la arasındaki aşk hikâyesinin anlatılıyor. 1975 yılından 2000’li yıllara kadar günün İstanbul’unu sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel farkları ve sınıf farklılığının (sosyete-yüksek sosyete, İstanbul’un arka semtleri, arka mahalleleri gibi) olayların akışı için de yaşamlara nasıl yansıdığını, karakterler üzerinden tahlil ediyor. Her iki romanında başkahramanları erkek, VDH’ inde Tomas. MM’nde ise Kemal. İki romandaki en önemli benzerlik, bu iki karakterin yaşamlarında cinselliği içselleştirmeleri. Tomas cinselliği, Sabrina ve Teraza’nın yanı sıra sayısız kadınla yaşarken, MM’nde ise Orhan Pamuk, cinselliği aynı hissiyatla Kemal’in üzerine bir gömlek gibi giydirmekte. 1975 İstanbul’un da Sibel ile ofisinde, Merhamet apartmanında ise Füsun ile birlikte geçirdiği saatler de tek isteği, Milan Kundera’nın Tomas’ı gibi cinsel arzularını aşk, sadakat, aldatma gibi olgu ve hislerden sıyırıp gerekçesiz fakat kaçınılmaz ihtiyacını bir dogma olarak yaşayıp, algılamasıdır. VDH romanında Terasa aldatılmış olmanın verdiği acıyı ve yıkımı içinde yaşarken, toplumun yapısı ve geleneğin etkisiyle Tomas’ı olduğu gibi kabulleniyor. Tomas’ı doğru olana yönlendirme çapası, geleneğe ve toplumsal yargılara dayanan bir çatışma olarak, okuyucuya yansıyor. Orhan Pamuk ise MM’ nde Türk aile yapısına aykırı olanı başta normal algılarla gösterir. Cinselliği, Avrupai bir yaşam tarzı olarak yansıtıp, VDH ile aynı seviyeye çıkartmaya çalışsa da, toplumun değer yargısını Kemal’in duygusal anlamda iç dünyasında yaptığı sorgulama ve yaşadığı med-cezirle karşımıza çıkartıyor. Kundera’nın Tomas ve Terasa arasında yaşanan cinselliğe bakış zıtlıkları ile Terasa’nın Tomas'ı kentsel ve geleneksel olana çağrısını, Orhan Pamuk, Kemal’in Sibel ve Füsun tarafından terk edilişiyle kendi içinde yaptığı duygusal sorgulamada okuyucuya sunuyor. Teresa’nın aldatılmayı kabullenişi ile Sibel’in, Füsun’un varlığına rağmen Kemal’le bir süre ayrılığa yanaşmaması ise iki romandaki ayrı bir benzerliği içeriyor. VDH’liğini, MM’den ve diğer romanlardan ayıran en belirgin özelliği ağırlık ve hafiflik kavramlarına getirilen anlamlar, çözümlemelerdir. Yazar her iki kavramı da olumlu ve olumsuz yönleriyle okuyucuya aktarırken şu satırları kullanmış; Peki, ağırlık gerçekten nefret edilesi, hafiflik de göz kamaştırıcı mıdır? Yüklerin en ağırı ezer bizi, onun altında çökeriz, bizi yere yapıştırır bu ağırlık. Öte yandan her çağda yazılmış aşk şiirlerinde, kadın erkeğin bedeninin ağırlığı altında ezilmeyi özler. O halde yüklerin en ağırı aynı zamanda yaşamın sağladığı en şiddetli doyumun da imgesidir. Yük ne kadar ağır olursa, yaşamlarımız o denli yaklaşır yeryüzüne, daha gerçek, daha içten olur. İşi tersten ele alırsak, bir yükten mutlak biçimde yoksun olmak insanoğlunu havadan daha hafif kılar; göklere doğru kanat açar insan, bu dünyadan ve dünyasal varlığından ayrılır, yalnızca yarı yarıya gerçek olur, devinimleri önemsizleştiği ölçüde özgürleşir. Hangisini seçmeli o halde? Ağırlığı mı, hafifliği mi? (sayfa/13) Yazarın, her iki kavram üzerinde yaptığı bu irdeleme kitabın ana temasını oluşturuyor diyebiliriz. Bu iki kavramın dışında Kundera, VDH inde farklı başka kelimelerin ve nesnelerin yaşamlarda neler ifade ettiği, birisi için önem arz edenin bir başkasının hayatında aslında hiçbir şey ifade etmediğini karakterler üzerinde irdeliyor. Bağlılık ve İhanet sözcükleri bu kelimelerden sadece ikisidir. Franz’a göre bağlılık kelimesi erdemlerin en yücesidir. Annesine duyduğu sevgiyle keşfetmiştir kelimenin büyüsünü. Sabrina’yı da baştan çıkartan bir araç olarak görür ve aynı hissiyatla kelimenin yaratacağı güçten faydalanıp ve onu kazanmayı umar. Oysa Sabrina’yı asıl baştan çıkartacak kelime bağlılık değil ihanettir. Çünkü bağlılık kelimesi ona babasını hatırlatmaktadır. Çocukluk yaşlarında koruma içgüdüsüyle onu eve kapatıp resim yapmaya iten bu bağlılıktır. Ve, Sabrina bağlılığın aksine evden kaçarak babasına ihanet ettiği zaman özgürlüğüne kavuşmuştur. Romanda birbirine karşıt birçok kelimenin geçmişte bilinçaltımıza yerleşmiş etkisiyle farkında olmadan nasıl hesaplaştığımızı ve dış dünyaya bu hesaplaşmayı nasıl yansıttığımızı farklı birçok kelimeyle anlatmaktadır. Yazarın, kavramların dış dünya ile girdiğimiz iç hesaplaşmada sınırları belirleyen faktörler olduğunu ve bunun farkına varamadan yaşamlarımızı nasıl devam ettirdiğimizi anlatmadaki başarısı olağan üstü…. Kundera VDH de kelimeler kadar nesneleri de ön plana çıkartmış, Melon şapka Sabrina’nın geçmişle arasındaki bir köprüydü. Atölyesinde Tomas’la birlikte geçirdiği saatlerde başındaydı bu şapka. Sabrina’ya babasından kalmış, onun ölümünden miras olarak sadece bu şapka ile yetinmişti. Ve ona büyükbabasını, babasını hatırlatıyordu.Yolculuklarında yanına alma pahasına vazgeçtiği onca eşyanın en değerlisiydi. Tüm bu anlam bilirliğin yanında Franz’ın yanında bu şapkayı taktığında Franz’ın tepkisiz kalışının tek sebebi; şapkanın onun için bir şey ifade etmemesiydi. MM’ nde ise benzer bir ayrıntı olarak, “küpe” tüm hikâye boyunca kalıcılığını sürdürmekte. Roman da Füsun’un kaybettiği küpenin yanı sıra, Babasının Kemal’e (nişanlısına hediye etmesi için) verdiği bir başka küpe olarak çıkıyor karşımıza. Her iki romanda yer alan bu ayrıntılarla, yaşamlarımızı sorgularken nesnelerin hayatımızı nasıl şekillendirip, yönlendirdiğine tanık oluyorsunuz. Kundera’nın nesnelerin geçmişi, geçmişten ziyade sevgiliyle arasındaki ilişkilerdeki rolünü melon şapka örneğinde derinlemesine işliyor. Hatta şapkanın Sabrina’nın yaşamındaki yerini sayfa/93 de maddeler halinde sıralamıştır. Bu sıralama “Bilinçaltı etkilenmenin” belleklerde kalıcı bir yer edinmesine sebep olmuştur. VDH de şapkanın kurguyu taşıdığı boyut MM’ nde karşımıza Kemal’in aşkının kanıtı olan nesneleri kalıcı kılmak için bir müzede toplama kararı olarak çıkıyor. Pamuk’un , romanda aşkın kanıtı olarak gösterilen her nesneyi kitap içinde ayrıntılarıyla işlediğini görüyoruz. VDH’ inde Kundera nesnelerin kişilerin yaşamında neler ifade edebileceğini ve aynı nesnenin birbirine tamamen zıt anlamlarla yaşamlara girmiş olabileceğini cümleleriyle dile getirirken, Orhan Pamuk ise bu yaklaşımı MM’ nde hayatında önem taşıyan eşyaları bir müzede toplama fikriyle ortaya koymuştur. VDH’ nde Teresa ve Tomas bir araba kazasında ölür. MM’ nde ise romanın başkarakterleri Kemal ve Füsun Chevrolet marka arabalarında giderken kaza geçirirler, Romanda anlatıcının Kemal olması ve hikâyenin gerçek bir yaşamdan esinlenme olduğunun bilinmesi iki romanda anlatılan ölüm şeklindeki benzerliğin tesadüf oluşunu gösteren son derece enteresan bir ayrıntıdır. YAYINLANDIĞI YER : 01/12/2011 PERŞEMBE Cumhuriyet Gazetesi, Cumhuriyet Kitap Eki

25 Mayıs 2019

SUSUYORLAR...

Bir rüya gördüm.
Mezarlıktayım. Tek başına korkarak ilerliyorum. Neden buradaydım, bilmeden yürüyorum beyaz taşlar arasında. Hiç kimse yok. Bir cenaze olmadığı belli. Peki, ne işim vardı burada. Yürüyorum. İçimde git gide artan bir korku. İçim ürperiyor. Başka bir yere giderken mi girdim acaba mezarlığa? Yolumu mu kaybettim acaba. Zihnimin içinde sorular peşi sıra. Yürüyorum. Bir koku geliyor burnuma. Taze toprak kokusu. Hayır, yağmurdan sonra yayılan o mis gibi koku değil bu. Yeni kazınmış toprağın kokusu. Bakınıyorum etrafıma. Evet, görüyorum. Biraz ileride öbekleşmiş toprağı görüyorum. Hemen yanında devasa bir çukur. Kaç arşın boyu, kaç arşın eni bilinmez. Bakıyorum Çukura. Fazla yaklaşamıyorum. Düşerim endişesi, biri arkadan itiverecekmiş hissi kaplıyor içimi. Güneş tam üstümüzde. Belli ki öğlen saatleri. Kızdırdıkça kızdırıyor güneş. Toprağın kokusunu alıyor sıcaklık. İnsanları görüyorum sonra. Ağlıyorlar. Büyük bir kalabalık. Büyük, sessiz bir kalabalık. Ölene ağlıyorlar belli.
“Sahip çıkamadık” diyor içlerinden biri. Diğerleri susuyor.
Bakınıyorum etrafıma. O insanlardan başka kimse yok. Peki, mevta nerede. Ölen kim? Niye getirmiyorlar?
Soruyorum. Susuyorlar.
Biraz sonra iki adam beliriyor uzakta. Zor yürüyorlar mezarların arasında. Ellerin beyaz bir şey taşıyorlar. Uzaktan seçemiyorum ne olduğunu. Fakat belli ki yükleri ağır. Rahat yürüyemiyor ikisi de. Sendeleyip, sağa sola yalpa vuruyorlar. Güneş tam tepemizde. İnsanlar ağlıyor.
Adamlar biraz daha yakınlaşınca fark ediyorum, ellerindeki şeyin ne olduğunu. Mezar taşı bu. Bembeyaz mermerden yapılmış, kocaman bir mezar taşı.
Peki, ölen kim? Mevta nerede?
Soruyorum. Susuyorlar
Şimdi iyice yakınlaşıyor adamlar. Beyaz taşa bakıyorum. Yukarıdan güneş kızgın ışıklarını bırakıyor siyah yazılar üzerine, okuyamıyorum.
Sadece bir tarih gördüğüm. Ölüm tarihi: 2012 yazıyor. Güneş yakıyor her tarafı. Topraktan alev çıkıyor, sanki. Sonunda okuyorum siyah yazıyı
“İnsanlık” yazıyor. Yine mevta yok ortada. İnsanlar hala ağlıyor.
Bakınırken etrafa, görüyorum kalabalığın arasındaki tabutu. Eski, kahverengi tahtaları, yer yer çürümüş. Getiriyorlar çukurun yanı başına, sallıyorlar aşağıya doğru.
İnsanlar ağlıyor.
Kapatacaklar şimdi çukurun üstünü. “Yapmayın, belki ölmemiştir” diye bağırmak istiyorum. Çıkmıyor sesim. Anlıyorum o zaman insanların neden sustuğunu. Duyuramıyorlar seslerini. Belli ki onlar da rüyada.
Toprak atıyorlar çukura sırayla.
“Gördüm!” diyorum. Tanıyorum bu toprak atanları. Şehitlerimiz onlar bizim. Cezaevlerinde ölen çocuklarımız. Cinayetine kurban giden kadınlarımız. Hepsi birer kürek toprak atıyor mezara. Sebep olan, görmezden gelen, yol açan, sessiz kalan insanlığın üstüne atıyorlar toprağı. Yok olan insanlığın.
“Sahip çıkamadınız” diyor içlerinden biri. Diğerleri susuyor.

7 Nisan 2019

DÜŞLERİNİN PEŞİNDEN GİDEN KADINLAR

Kaç kadın yaşantısında sadece kendini düşünerek radikal kararlar alabilir. İlk okuduğumuzda ya da duyduğumuzda bencillik gibi görünse de, gerçekte tam bir cesaret işi. Aslında kadınların çoğunluğu hayatlarında en az bir kez kurmuştur bu kısa cümleyi "Artık sadece kendim için". Kısmen de olsa artık her şeyi bir tarafa itip kendiniz için yaşamak. Tabii ki sevdiklerimizden, değerlerimizden vazgeçmek anlamında değil. Hayatı kendimiz için yaşanır hale getirmek. Hayattan beklentileriniz vardır ya düşleriniz de sadece kendinize ait. Ne olmak, ne yapmak istediğinize dair düşleriniz;

Düşlerin ve beklentilerin peşinden gitmek….

Fakat gerçekleştirmekle düşünmek arasındaki sınıra takılıp kalır çoğu kadın.

Ev de kocası, çocukları ya da anne ve babası hatta kardeşleri, çevresinde arkadaşları dostları çalışma hayatı, kariyeri derken gelip geçerken zaman artık aynada gördüğü ‘kendisi’ değildir. Kentli kadının, daha iyi bir eş ve daha iyi bir anne olma çabasıyla verdiği iç savaşı her daim devam eder. Yabancılaşmış bir o kadar da uzaklaştırmıştır kendi özünden. Yine de aynadaki yabancıyı yadırgamaz. Fakat hayıflanır içten içe…

Kırsalda daha farklıdır kadın. Her an ensesinde hisseden başkasının elini. Ürkektir bakışları..Belki de hiç tanışmamıştır aynalarla. Erkeği, ailesi, töresi, geleneği perde gibi inmiştir sırlı cama. Kadındır duyguları, kadınlıktan uzak yaşantısında. Feminen olmayı bilmez. Hiç hissetmemiştir bu duygunun derinliğini. Ah bir de annelikleri olmasa..(…)

Aslına bakılırsa “kadını” kentli ya da kırsal diye ayırt etmek ne derece doğru bilemem. Çünkü biri geleneğin, törenin pençesindedir. Diğeri kozmopolitikliğin.

Farklı coğrafyalar, farklı iklimler, var olanı değiştirmiyor. Zaman ve mekân farklılıkları olsa da tarih boyunca kadın, kendini hep aynı hissetti. Ayırt edilmesi gereken tek şey; kadının farkındalığını kabul ettirebilmesi. Bunun anahtarı ise özgüven.

Yıllardır kadınla ilgili birçok sivil toplum örgütleri kadının toplum içindeki yerini belirginleştirmede, hak ve özgürlüğünü kazanmasında başarılı çalışmalar yapmaktadır. Yasalar karşısında da durum aynı. Kadın eskiye oranla daha belirgin derece de korunup gözetiliyor. Bundan 10–15 yıl öncesine oranla artık kadın, varlığını tüm olumlu ve olumsuz yönleriyle ortaya koymaktan çekinmiyor. Çevrenin ve topluma yerleşmiş metaların geleneklerden törelere kadar kadının içine hapsedilmek istenilen kalıbını yavaş yavaş kırıyor.

Artık feminen fakat tuttuğunu koparan, yaşamını sürdürebilmek için bir erkeğe muhtaç olmayan, idealist, akıllı, mücadeleci, hırslı bir kadın var. Tüm bu tanımlar sadece kariyeri uğruna savaşan, ya da belirli bir sınıfın kadınlarına aitte değil. Toplum içinde yaşamını bir şekilde devam ettiren hemen her kadın gerektiğin de çevresindekilere başkaldırabiliyor. Daha yapıcı ve daha onarıcı. Zaman zaman kendinden ödün verse de yaşadığı her ne ise geri dönüşümünden elde edeceğini hesaplayabiliyor.

Kadın acizliğini kendine olan özgüveni sayesin de yenmeyi başarabiliyor. Toplumun kendisine mal ettiği kimlikten yavaş yavaş uzaklaşıyor. Yıllar boyunca izlenen her filmde, dizi de okuduğumuz her yazı ve kitapta karşılaştığımız farklı kadın tipolojilerinden uzak bir kadın var şimdi yaşayan. Aldatılan fakat sadık bir eş, bir gece kulübünde konsramatris, köyünde ağasının, töresinin kurbanı olmak istemiyor. Ezilen, sömürülen, ya da sadece cinsel bir meta olarak nitelendirilmek de istemiyor.

Kuşkusuz eğitimin rolü hat safa da, Anadolu’da eğitim görmemiş birçok kadın, eğitim gören kız çocuklarından öğreniyor yaşama dair her şeyi. Bir kadın olarak var olmanın, saygının, hakkını aramanın, kendini savunmanın, eşitliğin, analığın, kendine verdiği üstünlüğü çocuğundan öğreniyor. Ve, hayıflanıyor çoğu zaman yıllarca nasıl da horlanıp hakir görüldüğüne. Kızı, eğitimli o çocuğu ışık tutuyor bundan sonraki yaşamına.

Sonrasında birçok hemcinsi gibi o da sivil toplum örgütleri ve yasaların kendilerine tanıdığı hakla öğreniyor tek başına ayakta kalmayı.. Hayatın içinden kendi payına düşeni alarak, silkinip kendine gelmeye çalışsa da; Kimi zamansa tökezliyor bir yerlerde, çevresel faktörlerin baskılayıcı etkisi özgüvenini sindiriyor.

Önemli olan kadının toplum içindeki yerini belirlemede etkin rol oynayan tek gereksinimin (ihtiyacının) özgüveni olduğunu fark edebilmesidir. Sindirilmeye boyun eğmeden. Yaşantısı içinde ona yardımcı olacak tüm öğeleri ancak özgüveni sayesin de elde edeceğini bilmesi. Eğitim görmesine engel ailesi, çocuk yaşta evlenmesini öngören töresi, eşinden ailesinden çektiği sıkıntıya başkaldırmasının cesaretini ilk önce kendine duyduğu özgüveni sağlayacaktır. Yeter ki önüne çekilen setlerin arkasındaki ışığı fark edebilsin.

Yüzyıllar boyunca Türk ve dünya tarihine damgasını vurmuş birçok kadınlar oldu. Eğitimi, ideolojisi, azmi, özgüveni, ile imza atmıştır her biri kazandığı zafere. Ve yüz yıllar boyu kadını yazmıştır, bu tarih.

Florence Nıghtıngale, cephede görev yapan ilk kadın hemşiredir. Kırım savaşında İstanbul Selimiye kışlasında görev yapar. Bu görevi sırasında hastane koşullarının sağlıksız ve yetersiz olmasından dolayı, şartların düzeltilmesi için askeri yönetime baskı yapar. Bu davranışı bütün askerlerin gönlünü kazanmasına sebep olur. 1860 da ‘Nightingale Eğitim Okulu’nu açan Flarence hemşirelerin bilimsel olarak eğitilmesi gerektiği fikrini de yaygınlaştırarak bir ilke daha imza atmış olur. İngiliz ordusunun sağlık koşuları ile ilgi araştırmalar yapıp bu konu da üç kitap yazdı. 1883 de Kraliçe Victoria tarafından Kızıl Haçla, 1907 de Liyakat Madalyası ödülünü alan ilk kadın olmuştur. Sağlık alanındaki mücadelesini ölümüne kadar sürdüren Florence Nıghıngale’nin adı bugün İstanbul’daki bir hastane de yaşıyor.

Rosa Parks, Terzilik yapan sıradan bir Amerika’lıyken. Otobüste beyaz bir erkeğe yer vermemesi hayatını değiştirir. Irk ayrımının yapıldığı ve siyahî hareketlerin sıklıkla yaşandığı dönem de yapılan otobüs boykotuna sebep olur. Ve 1957’de Temsilciler Meclisi’nin siyahî üyelerinden John Coyers’in sekreteri olarak işe başlar. İlerleyen yıllarda ‘Rosa ve Raymond Park Kişisel Gelişim Enstitüsü’ kurucuları arasında yer alan Parks Siyahların haklarına savunan birçok dernekte görev alır.

Jeanne D’arc, 1412 yılında doğmuştur. Zengin bir çiftçinin kızıdır. Yüzyıl savaşları sırasında gaipten duyduğu seslerin izinden giden D’arc, Kendisine “Fransa’yı İngilizlerden kurtarması gerektiği” emrini aldığını söyler. Kral Sekizinci Chars’a Orleans kuşatmasında orduyla savaşa katılmak için yalvarır. Duyduğu gaipten sesler sayesinde Ordudaki askerlerin moralini yükseltir. Fransız ordusunun birçok savaşı kazanmasına sebep olur. D’arc son savaşında esir düştüğünde cadılık iddialarıyla Rauen Pazarında yakılarak öldürülür. 1920 yılında Papa 15. Benedict tarafından azize ilan edilmiştir.

Ve, bizden bir örnek Halide Edip Adıvar, Milletvekilliği de yapmış bir Profesör. Çoğumuz sadece yazdığı romanlarla, Sinekli Bakkal ve Ateşten Gömlek’le tanırız Adıvar’ı . Kurtuluş Savaşında Mustafa Kemal’in yanında görev yapmış bir Türk aydınıydı Halide Edip. Kurtuluş savaşında İstanbul’un çeşitli semtlerinde düzenlediği birçok mitingle halka mücadele ruhunu aşılamıştır.

“Yemin ediniz! Benimle birlikte ağlayan minarelerin altında yemin ediniz!” derken kadın erkek toplanmış halktan tek bir ağızla “Vallahi ve Billahi” sesleri yükselmişti. Kim bilir bu gün hayatta olsa Atatürk’ün emaneti olan Cumhuriyet’i sahiplenici ruhuyla, gurur için de davasını sürdürürdü. Tıpkı Türkan Saylan’ın çağdaş eğitime verdiği katkıları, Sağlık alanındaki başarıları gibi.

Ve diğerleri…Kösem Sultan’ı, Nene Hatun’u, Sabiha Gökçen’i, Keriman Halis Ece’si sadece bir kaç isim

Hepsi de amaçlarını araca dönüştüren, kendilerine tanıklık eden birçok hemcinslerini ve erkekleri peşinden koşturan kadınlar.

Şansları ya da talihsizlikleri, tesadüfleri ya da kader çizgileriydi belki de onları yaşamın için de sürükleyen. Fakat ortak noktaları “kadın olmak”dı. Ve, kendilerine duydukları özgüvenleriydi, onları başarıya ulaştıran.

Yayınlandığı Yer : Afrodisyas, Sanat ve Kültür Dergisi Mart-Nisan 2010 Sayı: 20

Kum Edebiyat Dergisi - Mart-Nisan 2010 Sayı:55