Nargilemin marpucu da Gümüştendir gümüşten.... Beş değil on beş yıl olsa.... Ben vazgeçmem bu işten…
11 Nisan 2021
EDEBİYAT VE DİRENİŞ
29 Kasım 2020
KİMLİK SERÜVENİNE “HOŞGÖRÜ”YLE SON VERMEK
Birbirinden farklı bu kavramlar her sınıftan ve kültürden insanın kendince yorumladığı üç farklı olgudur. Yapılan farklı açıklamalarla bir çok ifadeler kullanıldı bu üçlü üzerine
Etniksel çalışmaların, toplumların kültürel yapısı, geçmişi ve bu bağlamdaki sorunların beklenti - neden- sonuç üçleminde gerçekleştiğini söyleyebiliriz. . Fakat kimi zaman kullanılan çelişkili tanımlar çözümden ziyade paradokslaşan ve kavram kargaşasına yol açan ifadelere dönüşmüştür.
Kimlikler, bireylerin sahip olduğu, etniklik (etnisite), cinsiyet, aidiyet, inanç ve kültürlerini kendi hür iradeleriyle yaşayabilmelerini sağlayan başlıca unsurlardır. Gerek kimliklerin gerekse etniklik( etnisite) olgusunun ne olduğundan ziyade bireyler üzerindeki etkisi, yaptırımıdır önemli olan. Kişilerin sahip olduğu cinsel kimliği, statülerin kazandırdığı kimlikler, milli, etnik ve kültürel kimliklerin hepsi bireyi “ben” yapan oluşumlardır. Kimliği, bireyde “özgürlük” hissi uyandırır. Kültürel kimlik, kozmopolitlik ve göçlerin etkisiyle değişime uğrayabilir. Bireyler yeni yerleşim yerlerin de ve yeni hayatlarında çoğu zaman kültürel kimliklerinin farkına varmadan değişime uğradığı hissedebilirler. Etnik kimlik ise bireyin içinde yaşadığı etnik kültürün neticesinde ve dil, ırk, kültür ve inanç eksenindeki kazanılan kimliktir. Kültürel açılımların yanın da ırksal öğelerde mevcuttur. Burada sorulması gereken; Bireyin kendini hangi etnikliğe ait olduğunu hissetmesi kimliğini ne derece farklılaştırır? Ya da kişisel tercihlerin kimlikler üzerindeki bağlayıcı etkisi ne boyuttadır? Zaman içinde, küreselleşme, çok kültürlülük, dinsel açılımlar gibi formasyonel etkilerle, kimliklerin değişemeyeceği olgusu, toplumlar da artan reddedilme korkusu ile bir dönüşüm sürecine girmiş ve ülke genelinde köktenciliği bertaraf etmiştir. Zamanla oluşan kimlik profilleri, dinsel, kültürel, etniklik gibi bağlayıcı faktörlerin etkisiyle kendini yeniden inşaya geçmiştir. Ne var ki bireyin dâhil olduğu etnik grup için de kendini hangi konumda tuttuğu/gördüğü etniklik olgusunun varlığı ile kişi de hissiyatı ağır basar. Yani kişi “ben”lik duygusunda cereyan eden ile Sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel etkiler arasın da sıkışıp kalır. Gerçekle, hissiyat arasındaki bu çakışma kabul etme ve reddetme arasında gidip gelirken, etniklik kavramını oluşturan tüm elemanlar için de kişi kendine yakın olanı tercih eder. Başka bir değişle; Bireylerin, kendisini toplumun neresinde gördüğü, o topluluktaki yerini kabul edip etmemesi ya da toplumun bireye bakışı etnik ve kültürel kimliğinin hissiyatla değişmesine yol açar. Geçmişe oranla günümüz de çok ender rastlanan değişim ihtiyacı evliliklerle gelen melezlik serüveniyle başlar. HALK KATINDA AMAÇ, DEVLET KATINDA ARAÇ Antropolojik alan araştırmaları etniklik ve kimlik olgusunun “ev’de” başladığı göstermektedir. Çok eski tarihlerden bu yana bir arada yaşamlarını sürdüren topluluklar birbirleriyle girift oluşturan farklı kültürlerini ve aynı coğrafyada birbirine denk yaşam stillerini ‘evlilik’ bağı ile pekiştirmişlerdir. Evlilikle gelen dışa büyüme, etnik grupların daha belirginleşmesine ve varlıklarının daha çok hissedilmesine yol açar. Zaman geçtikçe sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik ilişkiler de melezlik büyük rol oynar. Weber’e göre etnik gruplar, akrabalık dışı komünal ilişkilerin devamlılığı için önemli olan ortak atalarının sübjektif inançlarını çeşitli yollarla hatırda tutan insan gruplarıdır Buradan yola çıkarak; ‘akrabalık kavramını doğuran ‘evlilik’ etnik grupların kabul ya da reddetme manasında değişime uğrayabildiğini göstermektedir’ diyebiliriz. Etnisitenin ayırt edici özelliği ile toplumlar da yaşanılan sorunlar ve bu sorunların bireyler arası olum(lu/suz) etkilerini, toplum yine kendi içine sindirerek çözmeye çalışmıştır. İnsan ilişkilerinin hoşgörüye dayanan yapıcı yönü ağır basar. Farklılıktan doğan gerilim alevin parlamadan sönmesi gibidir. Ne var ki, Halk katın da etniklik ve kimlik farklılıkları, insan ilişkilerin de amaç olarak kullanılırken, devlet katın da araç olarak kullanılmıştır. Toplumsal sorunları aşma da yaşanılan bu psişik süreç çözümsüzlüğünü koruduğu müddetçe, geçmişte birçok ülke de yaşanan ırkçılık paradoksuna dönüşme tehlikesiyle karşı karşıyadır. BAĞLAYICILIK GERİLİME YOL AÇAR. Gerçekte var olanın yadırganması(…) farklı olanın reddedilmesi ya da kabul görmemesi ötekileştirme sürecini başlatır. Reddetme çabasıyla ya da zaten var olanı yeniden inşa etme çabası/arayışı aynı orijin üzerinde gidip gelmekten ibarettir. Gelişme göstermez. Yaptırımın yasalar ve belirleyici kanunlar çerçevesin de olması ise farklı kültür ve etniklik için de yaşayan bireylerin yeni yaptırıma ne denli ayak uydurup kabullenileceği tartışılır. Toplumlarda kimlik farlılıkların bu denli dile gelmesi, uyuyan yılanın kuyruğuna basmışçasına toplumlar arasında gerilime yol açmaktadır. Kimi toplumlarda bireylerin kendilerini asimile edilmiş hissetmelerine, daha da ileriye giderek sanki yersiz yurtsuz kalmış hissine sebep olmaktadırlar. Kimliklerini kabul ettirme ya da yer edinme çabası toplumlar arasın da endişe yaratır. Gelinen nokta da sorunların birbiriyle karşılaştırılması, kişi -toplum ikilemin de değerlendirilirken devletin ara yol bulma çabasının, ayrıştırıcı değil kaynaştırıcı nitelikte olması gerekmektedir.22 Şubat 2020
HANDAN İLE…..
29 Aralık 2019
AYNADAN YANSIYAN AKSİMİZ...
Her sabah uyandığımız da banyoya girip şöyle bir bakarız kendimize ayna da. Bakarken kimi zaman kendimizi düşünür kimi zamansa boşluğa bakarcasına seyrederiz sırlı cama yansıyan aksimizi İşte birçoğumuz için Yaşar Kemal bizim “aynadan yansıyan aksimiz”dir.
Birçokları “ince Memed” ile tanıdı Yaşar Kemal’i. Hem “İnce Memed”i benimsedi okurken hem de Yaşar Kemal’i.
Türk okuyucusu her zaman kendine en yakın olanını tercih eder. Yüreğinden çıkan, sesinden yükselen daha içinden, daha kendinden olanı okumak ister. Kendinden bir şeyler bulmak ister okuduğu kitapta, yaşamından bir kesit, sırdaş edinmek istercesine,“ben gibi...” dedirten satırları okumak ister. Okurken romandan çok yazarı okumaktadır aslında. İtiraf edemese de kendine asıl yakın bulduğu roman kahramanı mı yoksa yazar mı bilemez o an.
İşte Yaşar Kemal’in kitaplarında bu lezzeti bulur okuyucu. Köyünü, ağasını, bacısını, kendini, yüreğinden taşanı, aklına geleni, rüyasına gireni görür romanın sayfalarında. Özlemini giderir... Kendine olan özlemidir bu aslında. Su içer gibi içer satırları
Hal bu ki zor zanaattır yazarlık. Yaşar Kemal için de zorlukları olmuştur. Kimi yazar sansasyonel yaşam tarzıyla kimisi de ortaya çıkardıkları yapıtları ve başarılarıyla duyurur adını, bazılarının ise ya eserlerindeki kabul görmez aykırılıkları düşer gündeme. Topluma yabancı, çoğunluğun anlayamayacağı aykırılıklardır bunlar. Ya da söyledikleri bir çift sözdür onları başkalaşmış kılan.
Sadece yazarlara özgü değildir bu özellik.. Aslında birçok meslek gruplarında yaşanır bu durum. Fakat ortak noktaları sahip oldukları meslekleri değildir. Yani yazarlar, gazeteciler, ressamlar ya da müzisyenler böyledir deyip kestirip atamayız. Ya da hayatlarında yaşadıkları zorluklar, çıkmazlar, sansasyonel zamanlar mesleklerine özgü değildir. Hepsi de kişiseldir. Daha açık bir ifadeyle mesleğinde hızlı çıkışlar yapmış, adı, hatta yaşantısı mesleğiyle özdeşleşecek kadar başarılı birçok kişinin yaşadığı ortak sorundur bu aykırılık.
Yabancı yazarlar arasında bu durum çok daha yaygın. Yıllarca, sade bir meslek yaşantısına sahipken ölüm şekli ile adını bomba gibi duyurmuş yazarlar bile çoğunluktadır. Bir intihar haberi ile duyulur, zaten var olan adlarını.
Amerikalı yazar John O’Brien, Leaving Las Vegas adlı kitabının film haklarını sattıktan iki hafta sonra intihar eder. Kitabı bir intihar mektubu muamelesi görür.
Ceplerini taşla doldurarak kendini Ouse ırmağına bırakan Britanyalı yazar ve eleştirmen Virginia Woolf ise bu yazarlara sadece bir örnektir. “Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği” adlı romanıyla tanınan ünlü yazar Milan Kundera, bir Çek Gazetesi tarafından “komünist ihbarcı” olarak suçladığında haber dünya basınına bomba gibi düşmüştü. Kundera iddiaları reddetse de gazete ısrarını sürdürüp elindeki verilerin hükümet tarafından da kanıtlandığını söylediğinde 4’ü Nobel ödüllü 11 yazar gazeteyi protesto etmişti.
Yirminin üzerin de romanı bulunan İskoç asırlı yazar Muriel Spark’ın son derece başarılı yazarlık kariyerine gölge düşüren ise ne çıkarttığı eserleri ne de düzgün giden yaşantısıydı. Oğlu Robin’in Yahudiliği seçtiği sırada tam bir Katolik olan annesinin soyağacında Yahudiliğin olduğu söylemesiydi. Peş peşe çıkardığı sansasyonel olaylarla gazetecileri başına toplamasını ise Muriel Spark, oğlunun kendisine zarar vermesini intikam alışı olarak değerlendirir. Robin çocukluk yıllarını babası ve büyükannesi ile geçirir daha sonraki yıllarda ise babasıyla annesinin bulunduğu şehre gelip yerleşse de çocukluk yıllarını kendisinden ayrı geçirdiği için ona düşman olmuştur.
Ülkemizde de yazarlıklarını gönül rahatlığıyla yaşayamayan yazarların bir kısmı, ya seçtiği yaşam tarzından dolayı, ya da eserlerinden dolayı yıllarca farklı şekil de cezalandırılmıştır. Yazarlığında hedefine, ulaşmış okuyucuya istediğini verebilmiş yazarlardır aslında hepsi de.
Yazdığı kitaplardan ve düşünce suçundan hapis yatanların olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Orhan Kemal’i, Nazım Hikmet’i, Duygu Asena’yı okumuş sevmiş insanlarız. Perihan Maden’in yazdığı yazılar sebebiyle mahkeme yollarını aşındırıp, kimi kesimlerden aldığı tepkiler epeyce başını ağrıtmıştır, sanırım.
Hepsinin sonuna bir soru işareti koyup, belki de olması gereken budur diyorum. Yazarı yazar yapan “taraf” olmasıdır. Çizgisini belirlemesi, tuttuğu köşeyi sahiplenmesidir.
Yaşar Kemal’de mesleğinin getirdiği olumsuzluklardan payına düşeni almış, yaşadığı olumsuzluklarla dönem dönem gündeme gelmiştir. Fakat bu zorlu günleri onun yükselişine engel olamamıştır.
Uzun yıllarını Sosyalist dünya görüşü nedeniyle cezaevinde geçirir. Yıllar sonra zor günleriyle ilgili duygularını dile getirirken “Ne kahraman olayım ne mahkûm…” der Yaşar Kemal.
Bir dönem “İnce Memed” in gerçek mi yoksa hayali bir kahraman mı olduğu tartışma ve iddiaları gündemi meşgul eder. Ve yine dönem dönem Kürt açılımı ile gündeme gelişi…
Oysa Yaşar Kemal’in,1956 yılında “İnce Memed” ile aldığı Varlık Roman Armağanı, 1982’de Uluslararası Cino Del Duca Ödülü,1988’de Fransa Kültür Bakanlığı Commandeur des Arts et des Lettres Nişanı, 1991’de Fransa Strasbourg Üniversitesi Onur Doktorası ve 1998’de Frei Üniversitesi Berlin Fahri Doktora’sı sayısız ödüllerinden sadece bir kaçıydı. O dönemler hiç kimse kitapları 29 dile çevrilen bir yazara yapılanların, bir ‘etik ayıbı’ olduğunu ciddi anlamda dile getirmedi.
Türk insanı neden, nasıl benimsemişti bu uluslararası nam salmış yurt için de ve yurt dışında birçok ödül alan yazarı.
Bundan 70–80 yıl öncesine kadar ülke nüfusunun büyük bir çoğunluğu köylerde yaşıyordu. Göçlerle başlayan kentli yaşama ayak uydurma çabası ile Türk insanı daha çok saflığını, temiz kalpliliğini, açık yürekliliğini korumaya çalıştı.
Sosyal değişimin dejenere olmaya en yatkın iki yönünü; sosyo-psikolojik ve sosyo - kültürel açılımların korunmasında benlik çatışması kentsel yaşama uyum sağlamayı zorlaştırır. Bir “Yüzleşme noktası” görevini üstlenir yaşamın içindeki diğer öğeler. Radyo, televizyon, gazete ya da kitaba sarılır kente göçmüş köy insanı. Tıpkı kent insanı gibi... İşte burada Yaşar Kemal’in kitapları devreye girer hemen. Okuyanlar kendilerinden birer parça bulur kitaplarında. Karakterler ile çevresel temaların işlenmesin de epik anlatımı tercih etmiştir yazar, çoğu zaman. Kalıplaşmış değerlerin vazgeçilmezliği onun anlatımıyla şekillenir zihinlerde.
Hemen burada Yaşar Kemal’in dil konuşunda söylediği bir sözü paylaşmak istiyorum,
“Sömürücülük düzeni ortadan kalkmadan kültür bağımsızlığına erişemezsiniz. Bunun mümkünü çaresi yok. Yazarlarımız yakında Amerikan İngilizcesi sentaksıyla cümleler kurarsa hiç şaşırmayın. Türkçeyi Amerikan aksanıyla konuşurlarsa ki çokları konuşuyor, hiç şaşırmayın.” diyor.
Türk toplumu olarak diğer toplumlardan daha duygusal insanlarız. Duygusal fakat duygularını dışa yansıtmaktan çekinir bizim insanımız. Bu yüzden olsa gerek Yaşar Kemal, içinde yaşadığımız dünyanın nasıl kavramlaştırılması gerektiğini keşfetmiş ve romanlarında kullandığı tüm unsurların aslına sadık kalarak okuyucuya yansıtmıştır. Ona göre hayatı yaşanır hale getiren öz’den kopmadan yapılan tercihlerin daha içe sinmesi yani “tercih edilen” olmasıdır.
Kitapları gibi hayatını da bu benimseyişle sürdürmektedir Yaşar Kemal. Katıldığı bir konferansta, Elli yıllık bir beraberliğin ardından kaybettiği biricik eşi, Tilda’sı ile ilgili şu sözleri onun hayat felsefesini anlatmaya yetiyor sanırım.
“….50 yıllık bir beraberlik yaşadım O ölmeden önce, ‘Biz her şeye katlanarak, namuslu yaşadık, O, Osmanlı Sarayı'ndan(*), ben köyden gelmiştik. Ancak, bir insan olduk’’
Sevilay Uztutan
Temmuz-2009 – Manisa
(*) Thilda Gökçeli, İkinci Abdülhamit’in baştabibi Jak Mandil Efendinin torunudur. (İlber Orbaylı, Osmanlı Yahudileri ve Türk Dili; Batılılaşma Yolunda, Merkez Kitapları, 2007, İstanbul, İstanbul, s/220)
Yayınlandığı Yer : Maviada Dergisi Güz 2009 Sayı:15
22 Aralık 2019
2 ROMAN 1 ESİNLENME
25 Mayıs 2019
SUSUYORLAR...
7 Nisan 2019
DÜŞLERİNİN PEŞİNDEN GİDEN KADINLAR
Düşlerin ve beklentilerin peşinden gitmek….
Fakat gerçekleştirmekle düşünmek arasındaki sınıra takılıp kalır çoğu kadın.
Ev de kocası, çocukları ya da anne ve babası hatta kardeşleri, çevresinde arkadaşları dostları çalışma hayatı, kariyeri derken gelip geçerken zaman artık aynada gördüğü ‘kendisi’ değildir. Kentli kadının, daha iyi bir eş ve daha iyi bir anne olma çabasıyla verdiği iç savaşı her daim devam eder. Yabancılaşmış bir o kadar da uzaklaştırmıştır kendi özünden. Yine de aynadaki yabancıyı yadırgamaz. Fakat hayıflanır içten içe…
Kırsalda daha farklıdır kadın. Her an ensesinde hisseden başkasının elini. Ürkektir bakışları..Belki de hiç tanışmamıştır aynalarla. Erkeği, ailesi, töresi, geleneği perde gibi inmiştir sırlı cama. Kadındır duyguları, kadınlıktan uzak yaşantısında. Feminen olmayı bilmez. Hiç hissetmemiştir bu duygunun derinliğini. Ah bir de annelikleri olmasa..(…)
Aslına bakılırsa “kadını” kentli ya da kırsal diye ayırt etmek ne derece doğru bilemem. Çünkü biri geleneğin, törenin pençesindedir. Diğeri kozmopolitikliğin.
Farklı coğrafyalar, farklı iklimler, var olanı değiştirmiyor. Zaman ve mekân farklılıkları olsa da tarih boyunca kadın, kendini hep aynı hissetti. Ayırt edilmesi gereken tek şey; kadının farkındalığını kabul ettirebilmesi. Bunun anahtarı ise özgüven.
Yıllardır kadınla ilgili birçok sivil toplum örgütleri kadının toplum içindeki yerini belirginleştirmede, hak ve özgürlüğünü kazanmasında başarılı çalışmalar yapmaktadır. Yasalar karşısında da durum aynı. Kadın eskiye oranla daha belirgin derece de korunup gözetiliyor. Bundan 10–15 yıl öncesine oranla artık kadın, varlığını tüm olumlu ve olumsuz yönleriyle ortaya koymaktan çekinmiyor. Çevrenin ve topluma yerleşmiş metaların geleneklerden törelere kadar kadının içine hapsedilmek istenilen kalıbını yavaş yavaş kırıyor.
Artık feminen fakat tuttuğunu koparan, yaşamını sürdürebilmek için bir erkeğe muhtaç olmayan, idealist, akıllı, mücadeleci, hırslı bir kadın var. Tüm bu tanımlar sadece kariyeri uğruna savaşan, ya da belirli bir sınıfın kadınlarına aitte değil. Toplum içinde yaşamını bir şekilde devam ettiren hemen her kadın gerektiğin de çevresindekilere başkaldırabiliyor. Daha yapıcı ve daha onarıcı. Zaman zaman kendinden ödün verse de yaşadığı her ne ise geri dönüşümünden elde edeceğini hesaplayabiliyor.
Kadın acizliğini kendine olan özgüveni sayesin de yenmeyi başarabiliyor. Toplumun kendisine mal ettiği kimlikten yavaş yavaş uzaklaşıyor. Yıllar boyunca izlenen her filmde, dizi de okuduğumuz her yazı ve kitapta karşılaştığımız farklı kadın tipolojilerinden uzak bir kadın var şimdi yaşayan. Aldatılan fakat sadık bir eş, bir
Kuşkusuz eğitimin rolü hat safa da, Anadolu’da eğitim görmemiş birçok kadın, eğitim gören kız çocuklarından öğreniyor yaşama dair her şeyi. Bir kadın olarak var olmanın, saygının, hakkını aramanın, kendini savunmanın, eşitliğin, analığın, kendine verdiği üstünlüğü çocuğundan öğreniyor. Ve, hayıflanıyor çoğu zaman yıllarca nasıl da horlanıp hakir görüldüğüne. Kızı, eğitimli o çocuğu ışık tutuyor bundan sonraki yaşamına.
Sonrasında birçok hemcinsi gibi o da sivil toplum örgütleri ve yasaların kendilerine tanıdığı hakla öğreniyor tek başına ayakta kalmayı.. Hayatın içinden kendi payına düşeni alarak, silkinip kendine gelmeye çalışsa da; Kimi zamansa tökezliyor bir yerlerde, çevresel faktörlerin baskılayıcı etkisi özgüvenini sindiriyor.
Önemli olan kadının toplum içindeki yerini belirlemede etkin rol oynayan tek gereksinimin (ihtiyacının) özgüveni olduğunu fark edebilmesidir. Sindirilmeye boyun eğmeden. Yaşantısı içinde ona yardımcı olacak tüm öğeleri ancak özgüveni sayesin de elde edeceğini bilmesi. Eğitim görmesine engel ailesi, çocuk yaşta evlenmesini öngören töresi, eşinden ailesinden çektiği sıkıntıya başkaldırmasının cesaretini ilk önce kendine duyduğu özgüveni sağlayacaktır. Yeter ki önüne çekilen setlerin arkasındaki ışığı fark edebilsin.
Yüzyıllar boyunca Türk ve dünya tarihine damgasını vurmuş birçok kadınlar oldu. Eğitimi, ideolojisi, azmi, özgüveni, ile imza atmıştır her biri kazandığı zafere. Ve yüz yıllar boyu kadını yazmıştır, bu tarih.
Florence Nıghtıngale, cephede görev yapan ilk kadın hemşiredir. Kırım savaşında İstanbul Selimiye kışlasında görev yapar. Bu görevi sırasında hastane koşullarının sağlıksız ve yetersiz olmasından dolayı, şartların düzeltilmesi için askeri yönetime baskı yapar. Bu davranışı bütün askerlerin gönlünü kazanmasına sebep olur. 1860 da ‘Nightingale Eğitim Okulu’nu açan Flarence hemşirelerin bilimsel olarak eğitilmesi gerektiği fikrini de yaygınlaştırarak bir ilke daha imza atmış olur. İngiliz ordusunun sağlık koşuları ile ilgi araştırmalar yapıp bu konu da üç kitap yazdı. 1883 de Kraliçe Victoria tarafından Kızıl Haçla, 1907 de Liyakat Madalyası ödülünü alan ilk kadın olmuştur. Sağlık alanındaki mücadelesini ölümüne kadar sürdüren Florence Nıghıngale’nin adı bugün İstanbul’daki bir hastane de yaşıyor.
Rosa Parks, Terzilik yapan sıradan bir Amerika’lıyken. Otobüste beyaz bir erkeğe yer vermemesi hayatını değiştirir. Irk ayrımının yapıldığı ve siyahî hareketlerin sıklıkla yaşandığı dönem de yapılan otobüs boykotuna sebep olur. Ve 1957’de Temsilciler Meclisi’nin siyahî üyelerinden John Coyers’in sekreteri olarak işe başlar. İlerleyen yıllarda ‘Rosa ve Raymond Park Kişisel Gelişim Enstitüsü’ kurucuları arasında yer alan Parks Siyahların haklarına savunan birçok dernekte görev alır.
Jeanne D’arc, 1412 yılında doğmuştur. Zengin bir çiftçinin kızıdır. Yüzyıl savaşları sırasında gaipten duyduğu seslerin izinden giden D’arc, Kendisine “Fransa’yı İngilizlerden kurtarması gerektiği” emrini aldığını söyler. Kral Sekizinci Chars’a Orleans kuşatmasında orduyla savaşa katılmak için yalvarır. Duyduğu gaipten sesler sayesinde Ordudaki askerlerin moralini yükseltir. Fransız ordusunun birçok savaşı kazanmasına sebep olur. D’arc son savaşında esir düştüğünde cadılık iddialarıyla Rauen Pazarında yakılarak öldürülür. 1920 yılında Papa 15. Benedict tarafından azize ilan edilmiştir.
Ve, bizden bir örnek Halide Edip Adıvar, Milletvekilliği de yapmış bir Profesör. Çoğumuz sadece yazdığı romanlarla, Sinekli Bakkal ve Ateşten Gömlek’le tanırız Adıvar’ı . Kurtuluş Savaşında Mustafa Kemal’in yanında görev yapmış bir Türk aydınıydı Halide Edip. Kurtuluş savaşında İstanbul’un çeşitli semtlerinde düzenlediği birçok mitingle halka mücadele ruhunu aşılamıştır.
“Yemin ediniz! Benimle birlikte ağlayan minarelerin altında yemin ediniz!” derken kadın erkek toplanmış halktan tek bir ağızla “Vallahi ve Billahi” sesleri yükselmişti. Kim bilir bu gün hayatta olsa Atatürk’ün emaneti olan Cumhuriyet’i sahiplenici ruhuyla, gurur için de davasını sürdürürdü. Tıpkı Türkan Saylan’ın çağdaş eğitime verdiği katkıları, Sağlık alanındaki başarıları gibi.
Ve diğerleri…Kösem Sultan’ı, Nene Hatun’u, Sabiha Gökçen’i, Keriman Halis Ece’si sadece bir kaç isim
Hepsi de amaçlarını araca dönüştüren, kendilerine tanıklık eden birçok hemcinslerini ve erkekleri peşinden koşturan kadınlar.
Şansları ya da talihsizlikleri, tesadüfleri ya da kader çizgileriydi belki de onları yaşamın için de sürükleyen. Fakat ortak noktaları “kadın olmak”dı. Ve, kendilerine duydukları özgüvenleriydi, onları başarıya ulaştıran.
Yayınlandığı Yer : Afrodisyas, Sanat ve Kültür Dergisi Mart-Nisan 2010 Sayı: 20
Kum Edebiyat Dergisi - Mart-Nisan 2010 Sayı:55