29 Aralık 2019

AYNADAN YANSIYAN AKSİMİZ...

YAŞAR KEMAL
Her sabah uyandığımız da banyoya girip şöyle bir bakarız kendimize ayna da. Bakarken kimi zaman kendimizi düşünür kimi zamansa boşluğa bakarcasına seyrederiz sırlı cama yansıyan aksimizi İşte birçoğumuz için Yaşar Kemal bizim “aynadan yansıyan aksimiz”dir.
Birçokları “ince Memed” ile tanıdı Yaşar Kemal’i. Hem “İnce Memed”i benimsedi okurken hem de Yaşar Kemal’i.
Türk okuyucusu her zaman kendine en yakın olanını tercih eder. Yüreğinden çıkan, sesinden yükselen daha içinden, daha kendinden olanı okumak ister. Kendinden bir şeyler bulmak ister okuduğu kitapta, yaşamından bir kesit, sırdaş edinmek istercesine,“ben gibi...” dedirten satırları okumak ister. Okurken romandan çok yazarı okumaktadır aslında. İtiraf edemese de kendine asıl yakın bulduğu roman kahramanı mı yoksa yazar mı bilemez o an.
İşte Yaşar Kemal’in kitaplarında bu lezzeti bulur okuyucu. Köyünü, ağasını, bacısını, kendini, yüreğinden taşanı, aklına geleni, rüyasına gireni görür romanın sayfalarında. Özlemini giderir... Kendine olan özlemidir bu aslında. Su içer gibi içer satırları
Hal bu ki zor zanaattır yazarlık. Yaşar Kemal için de zorlukları olmuştur. Kimi yazar sansasyonel yaşam tarzıyla kimisi de ortaya çıkardıkları yapıtları ve başarılarıyla duyurur adını, bazılarının ise ya eserlerindeki kabul görmez aykırılıkları düşer gündeme. Topluma yabancı, çoğunluğun anlayamayacağı aykırılıklardır bunlar. Ya da söyledikleri bir çift sözdür onları başkalaşmış kılan.
Sadece yazarlara özgü değildir bu özellik.. Aslında birçok meslek gruplarında yaşanır bu durum. Fakat ortak noktaları sahip oldukları meslekleri değildir. Yani yazarlar, gazeteciler, ressamlar ya da müzisyenler böyledir deyip kestirip atamayız. Ya da hayatlarında yaşadıkları zorluklar, çıkmazlar, sansasyonel zamanlar mesleklerine özgü değildir. Hepsi de kişiseldir. Daha açık bir ifadeyle mesleğinde hızlı çıkışlar yapmış, adı, hatta yaşantısı mesleğiyle özdeşleşecek kadar başarılı birçok kişinin yaşadığı ortak sorundur bu aykırılık.
Yabancı yazarlar arasında bu durum çok daha yaygın. Yıllarca, sade bir meslek yaşantısına sahipken ölüm şekli ile adını bomba gibi duyurmuş yazarlar bile çoğunluktadır. Bir intihar haberi ile duyulur, zaten var olan adlarını.
Amerikalı yazar John O’Brien, Leaving Las Vegas adlı kitabının film haklarını sattıktan iki hafta sonra intihar eder. Kitabı bir intihar mektubu muamelesi görür.
Ceplerini taşla doldurarak kendini Ouse ırmağına bırakan Britanyalı yazar ve eleştirmen Virginia Woolf ise bu yazarlara sadece bir örnektir. “Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği” adlı romanıyla tanınan ünlü yazar Milan Kundera, bir Çek Gazetesi tarafından “komünist ihbarcı” olarak suçladığında haber dünya basınına bomba gibi düşmüştü. Kundera iddiaları reddetse de gazete ısrarını sürdürüp elindeki verilerin hükümet tarafından da kanıtlandığını söylediğinde 4’ü Nobel ödüllü 11 yazar gazeteyi protesto etmişti.
Yirminin üzerin de romanı bulunan İskoç asırlı yazar Muriel Spark’ın son derece başarılı yazarlık kariyerine gölge düşüren ise ne çıkarttığı eserleri ne de düzgün giden yaşantısıydı. Oğlu Robin’in Yahudiliği seçtiği sırada tam bir Katolik olan annesinin soyağacında Yahudiliğin olduğu söylemesiydi. Peş peşe çıkardığı sansasyonel olaylarla gazetecileri başına toplamasını ise Muriel Spark, oğlunun kendisine zarar vermesini intikam alışı olarak değerlendirir. Robin çocukluk yıllarını babası ve büyükannesi ile geçirir daha sonraki yıllarda ise babasıyla annesinin bulunduğu şehre gelip yerleşse de çocukluk yıllarını kendisinden ayrı geçirdiği için ona düşman olmuştur.
Ülkemizde de yazarlıklarını gönül rahatlığıyla yaşayamayan yazarların bir kısmı, ya seçtiği yaşam tarzından dolayı, ya da eserlerinden dolayı yıllarca farklı şekil de cezalandırılmıştır. Yazarlığında hedefine, ulaşmış okuyucuya istediğini verebilmiş yazarlardır aslında hepsi de.
Yazdığı kitaplardan ve düşünce suçundan hapis yatanların olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Orhan Kemal’i, Nazım Hikmet’i, Duygu Asena’yı okumuş sevmiş insanlarız. Perihan Maden’in yazdığı yazılar sebebiyle mahkeme yollarını aşındırıp, kimi kesimlerden aldığı tepkiler epeyce başını ağrıtmıştır, sanırım.
Hepsinin sonuna bir soru işareti koyup, belki de olması gereken budur diyorum. Yazarı yazar yapan “taraf” olmasıdır. Çizgisini belirlemesi, tuttuğu köşeyi sahiplenmesidir.

Yaşar Kemal’de mesleğinin getirdiği olumsuzluklardan payına düşeni almış, yaşadığı olumsuzluklarla dönem dönem gündeme gelmiştir. Fakat bu zorlu günleri onun yükselişine engel olamamıştır.
Uzun yıllarını Sosyalist dünya görüşü nedeniyle cezaevinde geçirir. Yıllar sonra zor günleriyle ilgili duygularını dile getirirken “Ne kahraman olayım ne mahkûm…” der Yaşar Kemal.
Bir dönem “İnce Memed” in gerçek mi yoksa hayali bir kahraman mı olduğu tartışma ve iddiaları gündemi meşgul eder. Ve yine dönem dönem Kürt açılımı ile gündeme gelişi…
Oysa Yaşar Kemal’in,1956 yılında “İnce Memed” ile aldığı Varlık Roman Armağanı, 1982’de Uluslararası Cino Del Duca Ödülü,1988’de Fransa Kültür Bakanlığı Commandeur des Arts et des Lettres Nişanı, 1991’de Fransa Strasbourg Üniversitesi Onur Doktorası ve 1998’de Frei Üniversitesi Berlin Fahri Doktora’sı sayısız ödüllerinden sadece bir kaçıydı. O dönemler hiç kimse kitapları 29 dile çevrilen bir yazara yapılanların, bir ‘etik ayıbı’ olduğunu ciddi anlamda dile getirmedi.
Türk insanı neden, nasıl benimsemişti bu uluslararası nam salmış yurt için de ve yurt dışında birçok ödül alan yazarı.
Bundan 70–80 yıl öncesine kadar ülke nüfusunun büyük bir çoğunluğu köylerde yaşıyordu. Göçlerle başlayan kentli yaşama ayak uydurma çabası ile Türk insanı daha çok saflığını, temiz kalpliliğini, açık yürekliliğini korumaya çalıştı.
Sosyal değişimin dejenere olmaya en yatkın iki yönünü; sosyo-psikolojik ve sosyo - kültürel açılımların korunmasında benlik çatışması kentsel yaşama uyum sağlamayı zorlaştırır. Bir “Yüzleşme noktası” görevini üstlenir yaşamın içindeki diğer öğeler. Radyo, televizyon, gazete ya da kitaba sarılır kente göçmüş köy insanı. Tıpkı kent insanı gibi... İşte burada Yaşar Kemal’in kitapları devreye girer hemen. Okuyanlar kendilerinden birer parça bulur kitaplarında. Karakterler ile çevresel temaların işlenmesin de epik anlatımı tercih etmiştir yazar, çoğu zaman. Kalıplaşmış değerlerin vazgeçilmezliği onun anlatımıyla şekillenir zihinlerde.

Hemen burada Yaşar Kemal’in dil konuşunda söylediği bir sözü paylaşmak istiyorum,
“Sömürücülük düzeni ortadan kalkmadan kültür bağımsızlığına erişemezsiniz. Bunun mümkünü çaresi yok. Yazarlarımız yakında Amerikan İngilizcesi sentaksıyla cümleler kurarsa hiç şaşırmayın. Türkçeyi Amerikan aksanıyla konuşurlarsa ki çokları konuşuyor, hiç şaşırmayın.” diyor.
Türk toplumu olarak diğer toplumlardan daha duygusal insanlarız. Duygusal fakat duygularını dışa yansıtmaktan çekinir bizim insanımız. Bu yüzden olsa gerek Yaşar Kemal, içinde yaşadığımız dünyanın nasıl kavramlaştırılması gerektiğini keşfetmiş ve romanlarında kullandığı tüm unsurların aslına sadık kalarak okuyucuya yansıtmıştır. Ona göre hayatı yaşanır hale getiren öz’den kopmadan yapılan tercihlerin daha içe sinmesi yani “tercih edilen” olmasıdır.
Kitapları gibi hayatını da bu benimseyişle sürdürmektedir Yaşar Kemal. Katıldığı bir konferansta, Elli yıllık bir beraberliğin ardından kaybettiği biricik eşi, Tilda’sı ile ilgili şu sözleri onun hayat felsefesini anlatmaya yetiyor sanırım.
“….50 yıllık bir beraberlik yaşadım O ölmeden önce, ‘Biz her şeye katlanarak, namuslu yaşadık, O, Osmanlı Sarayı'ndan(*), ben köyden gelmiştik. Ancak, bir insan olduk’’
Sevilay Uztutan
Temmuz-2009 – Manisa

(*) Thilda Gökçeli, İkinci Abdülhamit’in baştabibi Jak Mandil Efendinin torunudur. (İlber Orbaylı, Osmanlı Yahudileri ve Türk Dili; Batılılaşma Yolunda, Merkez Kitapları, 2007, İstanbul, İstanbul, s/220)

Yayınlandığı Yer : Maviada Dergisi Güz 2009 Sayı:15

22 Aralık 2019

2 ROMAN 1 ESİNLENME

MASUMİYET MÜZESİNDE VAROLMANIN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ Bireysellik çoğu zaman içe dönük yaşanırken, aşk, sadakat, aldatma, cinsellik gibi temalarla girift oluşturan toplumsal değerlere dönüşür. Kabul ve reddetmenin sınırları ilişkileri zorlar. Hiç farkında olmasak da hayatın akışı içinde nesneler ve kelimeler yaşamlarımıza yön verir. Milan Kundera’nın Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği(VDH), ve Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesi (MM) adlı romanları da tüm bu eksen içinde şekillenen iki farklı hikâyeden oluşuyor. Her ikisi de Türk ve Dünya edebiyatında önemli bir yer edinmiş iki dev eser. VDH dört ana karakter üzerine inşa edilmiş bir roman. Başkarakterimiz Tomas başarılı bir Cerrah. Doğu bloğu komünizmini benimserken, bunu açıkça eleştirmekten de çekinmeyen bir yapıya sahip. Kadınlara aşırı düşkünlüğü olan Tomas, Sabrina ile olan evliliğini bitirdikten sonra Terasa ile evlenir. Tomas’ın hayatına giren en önemli kadın Teresa’dır. Fakat farklı kadınlarla olan beraberliği de devam eder. Romanda Sabrina ve Franz ise önemli iki farklı karakter olarak karşımıza çıkıyor. Prag’ın işgal edildiği dönemlerde geçen hikâyede, aşk, aldatma ve cinselliğin yanı sıra tarihsel olayların yanında yerel kültürün etkisi de bir şekilde ortaya çıkıyor. Yazar, toplumdan bireye yansıyan etkileri karakterler üzerinde ustalıkla işlemiştir. MM’nde ise İstanbul’unda yaşanan aşk hikâyesi konu ediliyor. Tekstilci Basmacı ailesinin 30 yaşındaki oğlu Kemal nişanlısı Sibel ve uzak akrabası tezgâhtar Füsun’la arasındaki aşk hikâyesinin anlatılıyor. 1975 yılından 2000’li yıllara kadar günün İstanbul’unu sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel farkları ve sınıf farklılığının (sosyete-yüksek sosyete, İstanbul’un arka semtleri, arka mahalleleri gibi) olayların akışı için de yaşamlara nasıl yansıdığını, karakterler üzerinden tahlil ediyor. Her iki romanında başkahramanları erkek, VDH’ inde Tomas. MM’nde ise Kemal. İki romandaki en önemli benzerlik, bu iki karakterin yaşamlarında cinselliği içselleştirmeleri. Tomas cinselliği, Sabrina ve Teraza’nın yanı sıra sayısız kadınla yaşarken, MM’nde ise Orhan Pamuk, cinselliği aynı hissiyatla Kemal’in üzerine bir gömlek gibi giydirmekte. 1975 İstanbul’un da Sibel ile ofisinde, Merhamet apartmanında ise Füsun ile birlikte geçirdiği saatler de tek isteği, Milan Kundera’nın Tomas’ı gibi cinsel arzularını aşk, sadakat, aldatma gibi olgu ve hislerden sıyırıp gerekçesiz fakat kaçınılmaz ihtiyacını bir dogma olarak yaşayıp, algılamasıdır. VDH romanında Terasa aldatılmış olmanın verdiği acıyı ve yıkımı içinde yaşarken, toplumun yapısı ve geleneğin etkisiyle Tomas’ı olduğu gibi kabulleniyor. Tomas’ı doğru olana yönlendirme çapası, geleneğe ve toplumsal yargılara dayanan bir çatışma olarak, okuyucuya yansıyor. Orhan Pamuk ise MM’ nde Türk aile yapısına aykırı olanı başta normal algılarla gösterir. Cinselliği, Avrupai bir yaşam tarzı olarak yansıtıp, VDH ile aynı seviyeye çıkartmaya çalışsa da, toplumun değer yargısını Kemal’in duygusal anlamda iç dünyasında yaptığı sorgulama ve yaşadığı med-cezirle karşımıza çıkartıyor. Kundera’nın Tomas ve Terasa arasında yaşanan cinselliğe bakış zıtlıkları ile Terasa’nın Tomas'ı kentsel ve geleneksel olana çağrısını, Orhan Pamuk, Kemal’in Sibel ve Füsun tarafından terk edilişiyle kendi içinde yaptığı duygusal sorgulamada okuyucuya sunuyor. Teresa’nın aldatılmayı kabullenişi ile Sibel’in, Füsun’un varlığına rağmen Kemal’le bir süre ayrılığa yanaşmaması ise iki romandaki ayrı bir benzerliği içeriyor. VDH’liğini, MM’den ve diğer romanlardan ayıran en belirgin özelliği ağırlık ve hafiflik kavramlarına getirilen anlamlar, çözümlemelerdir. Yazar her iki kavramı da olumlu ve olumsuz yönleriyle okuyucuya aktarırken şu satırları kullanmış; Peki, ağırlık gerçekten nefret edilesi, hafiflik de göz kamaştırıcı mıdır? Yüklerin en ağırı ezer bizi, onun altında çökeriz, bizi yere yapıştırır bu ağırlık. Öte yandan her çağda yazılmış aşk şiirlerinde, kadın erkeğin bedeninin ağırlığı altında ezilmeyi özler. O halde yüklerin en ağırı aynı zamanda yaşamın sağladığı en şiddetli doyumun da imgesidir. Yük ne kadar ağır olursa, yaşamlarımız o denli yaklaşır yeryüzüne, daha gerçek, daha içten olur. İşi tersten ele alırsak, bir yükten mutlak biçimde yoksun olmak insanoğlunu havadan daha hafif kılar; göklere doğru kanat açar insan, bu dünyadan ve dünyasal varlığından ayrılır, yalnızca yarı yarıya gerçek olur, devinimleri önemsizleştiği ölçüde özgürleşir. Hangisini seçmeli o halde? Ağırlığı mı, hafifliği mi? (sayfa/13) Yazarın, her iki kavram üzerinde yaptığı bu irdeleme kitabın ana temasını oluşturuyor diyebiliriz. Bu iki kavramın dışında Kundera, VDH inde farklı başka kelimelerin ve nesnelerin yaşamlarda neler ifade ettiği, birisi için önem arz edenin bir başkasının hayatında aslında hiçbir şey ifade etmediğini karakterler üzerinde irdeliyor. Bağlılık ve İhanet sözcükleri bu kelimelerden sadece ikisidir. Franz’a göre bağlılık kelimesi erdemlerin en yücesidir. Annesine duyduğu sevgiyle keşfetmiştir kelimenin büyüsünü. Sabrina’yı da baştan çıkartan bir araç olarak görür ve aynı hissiyatla kelimenin yaratacağı güçten faydalanıp ve onu kazanmayı umar. Oysa Sabrina’yı asıl baştan çıkartacak kelime bağlılık değil ihanettir. Çünkü bağlılık kelimesi ona babasını hatırlatmaktadır. Çocukluk yaşlarında koruma içgüdüsüyle onu eve kapatıp resim yapmaya iten bu bağlılıktır. Ve, Sabrina bağlılığın aksine evden kaçarak babasına ihanet ettiği zaman özgürlüğüne kavuşmuştur. Romanda birbirine karşıt birçok kelimenin geçmişte bilinçaltımıza yerleşmiş etkisiyle farkında olmadan nasıl hesaplaştığımızı ve dış dünyaya bu hesaplaşmayı nasıl yansıttığımızı farklı birçok kelimeyle anlatmaktadır. Yazarın, kavramların dış dünya ile girdiğimiz iç hesaplaşmada sınırları belirleyen faktörler olduğunu ve bunun farkına varamadan yaşamlarımızı nasıl devam ettirdiğimizi anlatmadaki başarısı olağan üstü…. Kundera VDH de kelimeler kadar nesneleri de ön plana çıkartmış, Melon şapka Sabrina’nın geçmişle arasındaki bir köprüydü. Atölyesinde Tomas’la birlikte geçirdiği saatlerde başındaydı bu şapka. Sabrina’ya babasından kalmış, onun ölümünden miras olarak sadece bu şapka ile yetinmişti. Ve ona büyükbabasını, babasını hatırlatıyordu.Yolculuklarında yanına alma pahasına vazgeçtiği onca eşyanın en değerlisiydi. Tüm bu anlam bilirliğin yanında Franz’ın yanında bu şapkayı taktığında Franz’ın tepkisiz kalışının tek sebebi; şapkanın onun için bir şey ifade etmemesiydi. MM’ nde ise benzer bir ayrıntı olarak, “küpe” tüm hikâye boyunca kalıcılığını sürdürmekte. Roman da Füsun’un kaybettiği küpenin yanı sıra, Babasının Kemal’e (nişanlısına hediye etmesi için) verdiği bir başka küpe olarak çıkıyor karşımıza. Her iki romanda yer alan bu ayrıntılarla, yaşamlarımızı sorgularken nesnelerin hayatımızı nasıl şekillendirip, yönlendirdiğine tanık oluyorsunuz. Kundera’nın nesnelerin geçmişi, geçmişten ziyade sevgiliyle arasındaki ilişkilerdeki rolünü melon şapka örneğinde derinlemesine işliyor. Hatta şapkanın Sabrina’nın yaşamındaki yerini sayfa/93 de maddeler halinde sıralamıştır. Bu sıralama “Bilinçaltı etkilenmenin” belleklerde kalıcı bir yer edinmesine sebep olmuştur. VDH de şapkanın kurguyu taşıdığı boyut MM’ nde karşımıza Kemal’in aşkının kanıtı olan nesneleri kalıcı kılmak için bir müzede toplama kararı olarak çıkıyor. Pamuk’un , romanda aşkın kanıtı olarak gösterilen her nesneyi kitap içinde ayrıntılarıyla işlediğini görüyoruz. VDH’ inde Kundera nesnelerin kişilerin yaşamında neler ifade edebileceğini ve aynı nesnenin birbirine tamamen zıt anlamlarla yaşamlara girmiş olabileceğini cümleleriyle dile getirirken, Orhan Pamuk ise bu yaklaşımı MM’ nde hayatında önem taşıyan eşyaları bir müzede toplama fikriyle ortaya koymuştur. VDH’ nde Teresa ve Tomas bir araba kazasında ölür. MM’ nde ise romanın başkarakterleri Kemal ve Füsun Chevrolet marka arabalarında giderken kaza geçirirler, Romanda anlatıcının Kemal olması ve hikâyenin gerçek bir yaşamdan esinlenme olduğunun bilinmesi iki romanda anlatılan ölüm şeklindeki benzerliğin tesadüf oluşunu gösteren son derece enteresan bir ayrıntıdır. YAYINLANDIĞI YER : 01/12/2011 PERŞEMBE Cumhuriyet Gazetesi, Cumhuriyet Kitap Eki

25 Mayıs 2019

SUSUYORLAR...

Bir rüya gördüm.
Mezarlıktayım. Tek başına korkarak ilerliyorum. Neden buradaydım, bilmeden yürüyorum beyaz taşlar arasında. Hiç kimse yok. Bir cenaze olmadığı belli. Peki, ne işim vardı burada. Yürüyorum. İçimde git gide artan bir korku. İçim ürperiyor. Başka bir yere giderken mi girdim acaba mezarlığa? Yolumu mu kaybettim acaba. Zihnimin içinde sorular peşi sıra. Yürüyorum. Bir koku geliyor burnuma. Taze toprak kokusu. Hayır, yağmurdan sonra yayılan o mis gibi koku değil bu. Yeni kazınmış toprağın kokusu. Bakınıyorum etrafıma. Evet, görüyorum. Biraz ileride öbekleşmiş toprağı görüyorum. Hemen yanında devasa bir çukur. Kaç arşın boyu, kaç arşın eni bilinmez. Bakıyorum Çukura. Fazla yaklaşamıyorum. Düşerim endişesi, biri arkadan itiverecekmiş hissi kaplıyor içimi. Güneş tam üstümüzde. Belli ki öğlen saatleri. Kızdırdıkça kızdırıyor güneş. Toprağın kokusunu alıyor sıcaklık. İnsanları görüyorum sonra. Ağlıyorlar. Büyük bir kalabalık. Büyük, sessiz bir kalabalık. Ölene ağlıyorlar belli.
“Sahip çıkamadık” diyor içlerinden biri. Diğerleri susuyor.
Bakınıyorum etrafıma. O insanlardan başka kimse yok. Peki, mevta nerede. Ölen kim? Niye getirmiyorlar?
Soruyorum. Susuyorlar.
Biraz sonra iki adam beliriyor uzakta. Zor yürüyorlar mezarların arasında. Ellerin beyaz bir şey taşıyorlar. Uzaktan seçemiyorum ne olduğunu. Fakat belli ki yükleri ağır. Rahat yürüyemiyor ikisi de. Sendeleyip, sağa sola yalpa vuruyorlar. Güneş tam tepemizde. İnsanlar ağlıyor.
Adamlar biraz daha yakınlaşınca fark ediyorum, ellerindeki şeyin ne olduğunu. Mezar taşı bu. Bembeyaz mermerden yapılmış, kocaman bir mezar taşı.
Peki, ölen kim? Mevta nerede?
Soruyorum. Susuyorlar
Şimdi iyice yakınlaşıyor adamlar. Beyaz taşa bakıyorum. Yukarıdan güneş kızgın ışıklarını bırakıyor siyah yazılar üzerine, okuyamıyorum.
Sadece bir tarih gördüğüm. Ölüm tarihi: 2012 yazıyor. Güneş yakıyor her tarafı. Topraktan alev çıkıyor, sanki. Sonunda okuyorum siyah yazıyı
“İnsanlık” yazıyor. Yine mevta yok ortada. İnsanlar hala ağlıyor.
Bakınırken etrafa, görüyorum kalabalığın arasındaki tabutu. Eski, kahverengi tahtaları, yer yer çürümüş. Getiriyorlar çukurun yanı başına, sallıyorlar aşağıya doğru.
İnsanlar ağlıyor.
Kapatacaklar şimdi çukurun üstünü. “Yapmayın, belki ölmemiştir” diye bağırmak istiyorum. Çıkmıyor sesim. Anlıyorum o zaman insanların neden sustuğunu. Duyuramıyorlar seslerini. Belli ki onlar da rüyada.
Toprak atıyorlar çukura sırayla.
“Gördüm!” diyorum. Tanıyorum bu toprak atanları. Şehitlerimiz onlar bizim. Cezaevlerinde ölen çocuklarımız. Cinayetine kurban giden kadınlarımız. Hepsi birer kürek toprak atıyor mezara. Sebep olan, görmezden gelen, yol açan, sessiz kalan insanlığın üstüne atıyorlar toprağı. Yok olan insanlığın.
“Sahip çıkamadınız” diyor içlerinden biri. Diğerleri susuyor.

7 Nisan 2019

DÜŞLERİNİN PEŞİNDEN GİDEN KADINLAR

Kaç kadın yaşantısında sadece kendini düşünerek radikal kararlar alabilir. İlk okuduğumuzda ya da duyduğumuzda bencillik gibi görünse de, gerçekte tam bir cesaret işi. Aslında kadınların çoğunluğu hayatlarında en az bir kez kurmuştur bu kısa cümleyi "Artık sadece kendim için". Kısmen de olsa artık her şeyi bir tarafa itip kendiniz için yaşamak. Tabii ki sevdiklerimizden, değerlerimizden vazgeçmek anlamında değil. Hayatı kendimiz için yaşanır hale getirmek. Hayattan beklentileriniz vardır ya düşleriniz de sadece kendinize ait. Ne olmak, ne yapmak istediğinize dair düşleriniz;

Düşlerin ve beklentilerin peşinden gitmek….

Fakat gerçekleştirmekle düşünmek arasındaki sınıra takılıp kalır çoğu kadın.

Ev de kocası, çocukları ya da anne ve babası hatta kardeşleri, çevresinde arkadaşları dostları çalışma hayatı, kariyeri derken gelip geçerken zaman artık aynada gördüğü ‘kendisi’ değildir. Kentli kadının, daha iyi bir eş ve daha iyi bir anne olma çabasıyla verdiği iç savaşı her daim devam eder. Yabancılaşmış bir o kadar da uzaklaştırmıştır kendi özünden. Yine de aynadaki yabancıyı yadırgamaz. Fakat hayıflanır içten içe…

Kırsalda daha farklıdır kadın. Her an ensesinde hisseden başkasının elini. Ürkektir bakışları..Belki de hiç tanışmamıştır aynalarla. Erkeği, ailesi, töresi, geleneği perde gibi inmiştir sırlı cama. Kadındır duyguları, kadınlıktan uzak yaşantısında. Feminen olmayı bilmez. Hiç hissetmemiştir bu duygunun derinliğini. Ah bir de annelikleri olmasa..(…)

Aslına bakılırsa “kadını” kentli ya da kırsal diye ayırt etmek ne derece doğru bilemem. Çünkü biri geleneğin, törenin pençesindedir. Diğeri kozmopolitikliğin.

Farklı coğrafyalar, farklı iklimler, var olanı değiştirmiyor. Zaman ve mekân farklılıkları olsa da tarih boyunca kadın, kendini hep aynı hissetti. Ayırt edilmesi gereken tek şey; kadının farkındalığını kabul ettirebilmesi. Bunun anahtarı ise özgüven.

Yıllardır kadınla ilgili birçok sivil toplum örgütleri kadının toplum içindeki yerini belirginleştirmede, hak ve özgürlüğünü kazanmasında başarılı çalışmalar yapmaktadır. Yasalar karşısında da durum aynı. Kadın eskiye oranla daha belirgin derece de korunup gözetiliyor. Bundan 10–15 yıl öncesine oranla artık kadın, varlığını tüm olumlu ve olumsuz yönleriyle ortaya koymaktan çekinmiyor. Çevrenin ve topluma yerleşmiş metaların geleneklerden törelere kadar kadının içine hapsedilmek istenilen kalıbını yavaş yavaş kırıyor.

Artık feminen fakat tuttuğunu koparan, yaşamını sürdürebilmek için bir erkeğe muhtaç olmayan, idealist, akıllı, mücadeleci, hırslı bir kadın var. Tüm bu tanımlar sadece kariyeri uğruna savaşan, ya da belirli bir sınıfın kadınlarına aitte değil. Toplum içinde yaşamını bir şekilde devam ettiren hemen her kadın gerektiğin de çevresindekilere başkaldırabiliyor. Daha yapıcı ve daha onarıcı. Zaman zaman kendinden ödün verse de yaşadığı her ne ise geri dönüşümünden elde edeceğini hesaplayabiliyor.

Kadın acizliğini kendine olan özgüveni sayesin de yenmeyi başarabiliyor. Toplumun kendisine mal ettiği kimlikten yavaş yavaş uzaklaşıyor. Yıllar boyunca izlenen her filmde, dizi de okuduğumuz her yazı ve kitapta karşılaştığımız farklı kadın tipolojilerinden uzak bir kadın var şimdi yaşayan. Aldatılan fakat sadık bir eş, bir gece kulübünde konsramatris, köyünde ağasının, töresinin kurbanı olmak istemiyor. Ezilen, sömürülen, ya da sadece cinsel bir meta olarak nitelendirilmek de istemiyor.

Kuşkusuz eğitimin rolü hat safa da, Anadolu’da eğitim görmemiş birçok kadın, eğitim gören kız çocuklarından öğreniyor yaşama dair her şeyi. Bir kadın olarak var olmanın, saygının, hakkını aramanın, kendini savunmanın, eşitliğin, analığın, kendine verdiği üstünlüğü çocuğundan öğreniyor. Ve, hayıflanıyor çoğu zaman yıllarca nasıl da horlanıp hakir görüldüğüne. Kızı, eğitimli o çocuğu ışık tutuyor bundan sonraki yaşamına.

Sonrasında birçok hemcinsi gibi o da sivil toplum örgütleri ve yasaların kendilerine tanıdığı hakla öğreniyor tek başına ayakta kalmayı.. Hayatın içinden kendi payına düşeni alarak, silkinip kendine gelmeye çalışsa da; Kimi zamansa tökezliyor bir yerlerde, çevresel faktörlerin baskılayıcı etkisi özgüvenini sindiriyor.

Önemli olan kadının toplum içindeki yerini belirlemede etkin rol oynayan tek gereksinimin (ihtiyacının) özgüveni olduğunu fark edebilmesidir. Sindirilmeye boyun eğmeden. Yaşantısı içinde ona yardımcı olacak tüm öğeleri ancak özgüveni sayesin de elde edeceğini bilmesi. Eğitim görmesine engel ailesi, çocuk yaşta evlenmesini öngören töresi, eşinden ailesinden çektiği sıkıntıya başkaldırmasının cesaretini ilk önce kendine duyduğu özgüveni sağlayacaktır. Yeter ki önüne çekilen setlerin arkasındaki ışığı fark edebilsin.

Yüzyıllar boyunca Türk ve dünya tarihine damgasını vurmuş birçok kadınlar oldu. Eğitimi, ideolojisi, azmi, özgüveni, ile imza atmıştır her biri kazandığı zafere. Ve yüz yıllar boyu kadını yazmıştır, bu tarih.

Florence Nıghtıngale, cephede görev yapan ilk kadın hemşiredir. Kırım savaşında İstanbul Selimiye kışlasında görev yapar. Bu görevi sırasında hastane koşullarının sağlıksız ve yetersiz olmasından dolayı, şartların düzeltilmesi için askeri yönetime baskı yapar. Bu davranışı bütün askerlerin gönlünü kazanmasına sebep olur. 1860 da ‘Nightingale Eğitim Okulu’nu açan Flarence hemşirelerin bilimsel olarak eğitilmesi gerektiği fikrini de yaygınlaştırarak bir ilke daha imza atmış olur. İngiliz ordusunun sağlık koşuları ile ilgi araştırmalar yapıp bu konu da üç kitap yazdı. 1883 de Kraliçe Victoria tarafından Kızıl Haçla, 1907 de Liyakat Madalyası ödülünü alan ilk kadın olmuştur. Sağlık alanındaki mücadelesini ölümüne kadar sürdüren Florence Nıghıngale’nin adı bugün İstanbul’daki bir hastane de yaşıyor.

Rosa Parks, Terzilik yapan sıradan bir Amerika’lıyken. Otobüste beyaz bir erkeğe yer vermemesi hayatını değiştirir. Irk ayrımının yapıldığı ve siyahî hareketlerin sıklıkla yaşandığı dönem de yapılan otobüs boykotuna sebep olur. Ve 1957’de Temsilciler Meclisi’nin siyahî üyelerinden John Coyers’in sekreteri olarak işe başlar. İlerleyen yıllarda ‘Rosa ve Raymond Park Kişisel Gelişim Enstitüsü’ kurucuları arasında yer alan Parks Siyahların haklarına savunan birçok dernekte görev alır.

Jeanne D’arc, 1412 yılında doğmuştur. Zengin bir çiftçinin kızıdır. Yüzyıl savaşları sırasında gaipten duyduğu seslerin izinden giden D’arc, Kendisine “Fransa’yı İngilizlerden kurtarması gerektiği” emrini aldığını söyler. Kral Sekizinci Chars’a Orleans kuşatmasında orduyla savaşa katılmak için yalvarır. Duyduğu gaipten sesler sayesinde Ordudaki askerlerin moralini yükseltir. Fransız ordusunun birçok savaşı kazanmasına sebep olur. D’arc son savaşında esir düştüğünde cadılık iddialarıyla Rauen Pazarında yakılarak öldürülür. 1920 yılında Papa 15. Benedict tarafından azize ilan edilmiştir.

Ve, bizden bir örnek Halide Edip Adıvar, Milletvekilliği de yapmış bir Profesör. Çoğumuz sadece yazdığı romanlarla, Sinekli Bakkal ve Ateşten Gömlek’le tanırız Adıvar’ı . Kurtuluş Savaşında Mustafa Kemal’in yanında görev yapmış bir Türk aydınıydı Halide Edip. Kurtuluş savaşında İstanbul’un çeşitli semtlerinde düzenlediği birçok mitingle halka mücadele ruhunu aşılamıştır.

“Yemin ediniz! Benimle birlikte ağlayan minarelerin altında yemin ediniz!” derken kadın erkek toplanmış halktan tek bir ağızla “Vallahi ve Billahi” sesleri yükselmişti. Kim bilir bu gün hayatta olsa Atatürk’ün emaneti olan Cumhuriyet’i sahiplenici ruhuyla, gurur için de davasını sürdürürdü. Tıpkı Türkan Saylan’ın çağdaş eğitime verdiği katkıları, Sağlık alanındaki başarıları gibi.

Ve diğerleri…Kösem Sultan’ı, Nene Hatun’u, Sabiha Gökçen’i, Keriman Halis Ece’si sadece bir kaç isim

Hepsi de amaçlarını araca dönüştüren, kendilerine tanıklık eden birçok hemcinslerini ve erkekleri peşinden koşturan kadınlar.

Şansları ya da talihsizlikleri, tesadüfleri ya da kader çizgileriydi belki de onları yaşamın için de sürükleyen. Fakat ortak noktaları “kadın olmak”dı. Ve, kendilerine duydukları özgüvenleriydi, onları başarıya ulaştıran.

Yayınlandığı Yer : Afrodisyas, Sanat ve Kültür Dergisi Mart-Nisan 2010 Sayı: 20

Kum Edebiyat Dergisi - Mart-Nisan 2010 Sayı:55

3 Şubat 2019

ARAF’TA KALAN ADAM

Çığlıkta ahenk aranmazCemil Meriç Jurnal-II 1981
Ölümünün üzerinden yirmi iki yıl geçen Cemil Meriç Yunanistan’dan Hatay’a göç etmiş kendi halinde yaşayan bir ailenin çocuğuydu Cemil Meriç. Fransız eğitim sistemiyle idare edilen Antakya Sultanisi’nde okudu. Okulda ve mahallede göçmen olduğu için arkadaşları tarafından dışlandı. Bu dışlanış onu çocuk yaşlarda benliğine kazınan ve ömür boyu ruhuna işleyecek olan yalnızlık duygusuyla tanıştırdı. Girdiği her ortamda kendini yabancı hissediyordu. Hisleri onu bir süre sonra kendi dünyasına, yalnızlığa ve kitapların arasına mahkûm etti. Artık dış dünyadan kendini soyutlamış sadece okuyordu.
Sosyalist eğilimlerinden dolayı liseyi bitiremedi. Okuldan atıldı.
“Marksizm” diye haykırmıştı mahkeme salonunda. Bir sabah evinden alınıp nezarete atılmış. İdamla yargılanmıştı. Suçu ‘Hükümeti devirmek ve sosyalist bir devlet kurma girişimiyle bulunmaktı’. Mahkeme de beraat edip, hapisten çıktığında birçok dostu yüz çevirmişti. Haykırışının asıl nedeni farklı olmaktan duyduğu acıydı. O farklıydı. Çocukluğunda, gençlik yıllarında ve sonrasında…. Mahkeme salonun da yükselen haykırış bir isyanın dillenişiydi. Kendini dışlanan, ezilen biri olarak görüyor, yalnızlığın, itilmişliğin, hor görülmenin isyanını yaşıyordu. Marksizm hayata tutunabilmek için bir araçtı onun için. Arafta kalmıştı.
Münzevi geçen ömrünün her karesinde daima okuyacak ve yazacaktı. Kendini tanımak için okuyordu daha çok.
Balzac ilk aşkıydı. Düşünsel gelişmesini Paul Bourger ve Taine’ye borçluydu. Rausseau ve İbn Haldun ise düşünce hayatına yön veren ustaları olmuştu. Quinet ve Michelet’ den hocalarım diye bahsediyordu. Hugo, chateaubriand, Voltaire ve diğerlerinden de etkilendi..
Her okuma çalışması ona farklı bir dünyanın kapılarını açarken, “Fırtınaya tutulan bir hayat yolcusuyum” diyordu Cemil Meriç. Duyguları, fırtınaya tutulmuşçasına sürüklüyordu onu farklı yönlere. “ On dokuzunda ateisttir insan” derken yıllar sonra dinsel arayışlar içinde kaybolacağını asla tahmin edemezdi. Her sürükleniş farklı bir ideolojiydi onun için.
1933’te bir dergide yayınlanan ilk yazısı “Geç Kalmış Bir Muhasebe” gibi yaşantısının her döneminde ‘hayatının muhasebesini’ yapmaya devam edecekti.
1936 yılında İstanbul’a gelen Cemil Meriç, Nazım Hikmet ve Kerim Sadi ile tanışır. Onlar için kendi imzasını kullanmadan Türkçeye iki kitap çevirir. İstanbul’da aradığını bulamamıştır. Yalnızlık hissi günbegün artarken buna birde açlık eklenmiştir. İşsizdir. Hataya geri döner. Köy öğretmenliği ve nahiye müdürlüğü yapar.
1942’de Tercüme Bürosunda işe başlar. Çalıştığı süre içerisinde 12 eleştiri yazısı yazmıştır. O günlerinden “Bu tenkitler bana sadece düşman kazandırdı.” diye bahseder Cemil Meriç.
Aynı yıl Fevziye hanımla evlenir. Ciddi anlamda hayatına giren ilk kadındır Fevziye Hanım. Elazığ’a Fransızca öğretmeni olarak atanır. Bir süre sonra istifa ederek İstanbul’a geri döner. Işık Lisesinde Fransızca öğretmenliği ve İstanbul üniversitesinde okutmanlık yapar. Çeşitli dergi ve gazetelerde makaleleri yayınlanmaya başlamıştır.
Geçmişte birçok dönem yaşadığı maddi sıkıntılar ve önleyemediği yalnızlık duygusu….
Hayatının her döneminde psikolojik çözülmeler yaşasa da yalnızlığı ve açlığı hiç eksilmedi. Gerçek bir açlıktı bu. Midenin açlığı… Bilgiye açtı Cemil Meriç. Öğrenmeye.., okumaya açtı. Dosta sevgiliye duyduğu açlık, ruhun ve tenin açlığı…
Kasırgaya tutulmuşçasına savruldu benliği ötelere. Bu çözülme zamanla farklı arayışlara itti Cemil Meriç’i. Belki de hiç bilmediği, tatmadığı arayışlara. Ruhundaki boşluğu dinsel bir sığınmayla gidermeye çalıştı. Dine yöneliş kişiliğiyle birlikte çalışmalarını da etkilemeye başlamıştı. “Çığlıkta ahenk aranmaz” diyordu.
Cemaatlerin oluşumu ve bölünmesinde Marksizm’in sosyal ve beşeri yönden katkısının olduğunu savundu.
Marksist görüş ve düşünceler için “Neye inanırsak inanalım, bu bilimsel tezleri kabul ederiz” diyordu Cemil Meriç. Burada Marksizm’i ideolojiden ziyade temel bir kavram olarak ele alır.
Fakat Marksizm ve dinselliği sosyolojik yönden ele alan doktriner açıklamalarında genelden ziyade cemaat, mezhep ve gruplara göndermeler yapar. Yazı ve konferanslarındaki bu açıklamaları gruplar açısından ideolojik yaklaşımlarla farklı açılardan değerlendirilmiştir.
Bir yazar olarak kabul gören veya reddedilen bu görüş ve açıklamalarıyla, Cemil Meriç’i, kendisinden sonra toplumda Araf’a sürüklemiştir. Saint-Simon İlk Sosyolog, İlk Sosyalist" isimli kitabı düşünsel açıklamalarından dolayı hedeflediği sol kesimde kabul görmez.
1954 İlkbaharında gözlerini kaybeder Cemil Meriç. İstanbul ve Paris’te bir dizi ameliyat geçirir. Fakat görmesi imkânsızdır.
Yalnızlığı katbekat artmıştı. Utanıyordu körlüğünden, kendini işe yaramaz biri olarak görüyor, acı çekiyordu. Bir yazısında:
“ Gözlerimi göstermek istemiyorum. Körler bütün devirlerin hatta bütün ülkelerin paryası. Kör müsün? Kör olasıca? Hay kör Şeytan!.. Romanların bütün canavarlara hatta bütün sürüngenlere açılan kapıları körlere kapalı. Neden? O halde ızdıraplarından bir roman, bir şiirde yazamayacaksa kör, Kimin Hikâyesini anlatsın?” diyordu. Bir yıl sonra Jurnal’ı yazmaya başladı. Yazımı aralıklarla 29 yıl sürecekti, kendi hikâyesinin.
Artık karanlığa gömülen yaşantısından sıyrılıp çıkmak, benliğini aşmak istiyordu. En azından düşünceleriyle çıkmak… İki perdeden ibaretti yaşamı. Otuz sekiz yaşında kaybettiği gözleri, yaşamın ikinci perdesini açmıştı ona.
Kaybolan ışık sadece gözlerindeydi.
“Kendimizi tanıtmak irfanın varabileceği en yüksek merhale” diyordu.
Fikren hep uç noktalarda yaşadı. Ya büyük bir hayranlıkla bağlandı ya nefret etti. Kitaplara, okumaya, bilgiye açlığı hiç dinmedi.
İstanbul’a âşıktı… Kimi zaman istediğini buldu. Kimi zamansa hayal kırıklıkları yaşattı koca şehir ona.
Paris’e âşıktı… “Paris, Benim Rüyalarımın Şehri. Ben yıllarca orada yaşadım. Merius’la, Rastignac’la Julien Sorel’le… Paris’in büyüsü nereden geliyor. Evvela sevdiklerimin çoğu orada yaşamış. (…) Bütün uzak beldeler gurbet benim için., yalnız Paris Vatan.,”” diyordu Paris’e hayranlığını dile getirirken. Fakat istediği pencereden tanıyamadı Paris’i. Gözlerini kaybetti zaman tedavi için gittiğinde tanıştı âşık olduğu şehirle. Hastane de geçen günlerini “Quinze –Vingts Geceleri” adıyla uzun yıllar aralıklı olarak kaleme alacaktı Cemil Meriç.
Hisar dergisinde “Fildişi Kuleden” başlığıyla deneme yazıları yazmaya başladı.
Fil Dişi Kulelerinin hayatındaki yeri bir başkadır Cemil Meriç’in. Onun mabedi olmuştur bu kuleler. Sığındığı bir liman… Tıpkı yalnızlığı gibi… “Fildişi Kulenin penceresi pembe bir kristal. İnsanlar güzel görünüyor oradan. İnsanları sevmek için onlardan kaçmak gerekir. Ben kütüphanedeki insanları seviyorum. , ” diyordu bir yazısında.
Fildişi Kuleden” yazmaya uzunca bir süre devam etti Meriç. Fakat zihnindeki Fildişi kuleden sıyrılıp çıkması fazla uzun sürmeyecekti. Meşakkatli yaşamı ona dik durmayı öğretmişti. İstediğini elde edebilmek için sürekli didinip duran, hayatının her döneminde yaşamı tırnaklayan bir Cemil Meriç vardır.
O artık bir dava adamıdır. Yazıları öğretici, yol gösterici, bazen ideolojik, aydınlığa, açık ufuklara götürür okuyanı. Düşünmeye sevk eder. Felsefeden sosyolojiye derin bilgi birikimi artık daktilonun tuşlarındadır. Yaşama, insana, hayale, düşe ve reel olana onun gibi fildişi kulelerinden bakabilmek bir ayrıcalıktır. Aykırı düşünce sistemi ve sentezleri ile gözün alamayacağı genişlikteki görüntüler Cemil Meriç’le artık tek karededir.
Yasaklı bir aşktı Cemil Meriç için edebiyat. Tıpkı Lamia gibi. Fakat Lamia onun için yasaktan öteydi. Canından öte.
Yaşamına giren iki önemli kadın…. Büyük bir aşkla bağlandığı Lamia ve eşsiz hayat arkadaşı Fevziye Hanım. Birbirlerine gösterdikleri saygı ve sergiledikleri uyum belki de Cemil Meriç’e besledikleri aşktan ibaretti. Her ikisi de Kadın olmanın fedakârlığını ve vefasını ispatlarcasına bağlanmışlardı ona.
İlk kitabı Balzac’tan bir çeviriydi. Beğeni kadar eleştiri de toplamıştı.
“Hind Edebiyatı”ndan için “Kırk sekiz yılımı gömdüm bu sayfalara, Bir kitaba bir kıtayı sığdırmak! Neden Olmasın! Bir damla suda bütün bir deniz yok mu?........” diyordu Cemil Meriç. En önem verdiği en çok sevdiği eserlerinden biriydi. Fakat istediği ilgiyi bulamadı kitap. Belki de değerini anlayacak seviyede okuyuculara ulaşamadı. Kim bilir? Yusuf Ziya Ortaç’a yazdığı ithafda şöyle diyordu Meriç Hint Edebiyatı Hakkında;
“ Sizi Himayala doruklarına çağıran bir kitap bu. Tanrıları dinlemek istemez misiniz?
Bu çiçekleri üç beş bahtiyar için topladım. Harap mabedin kandillerini vecitleriyle,
aşklarıyla, tutuşturan üç beş bahtiyar için;
En derin sevgilerimle”
Kırkambar’da, Türk ve dünya edebiyatını ele almıştır Cemil Meriç. Edebiyatta, disiplinler arası geçişlerin ve akımların ön yargılardan, kalıplaşmış inançlardan sıyrılmasında düşünce sistemlerinin rolüne işaret etmiştir. Bir başka değişle Cemil Meriç, edebiyatın evrensel boyutuna farklı yaklaşımlar ve örneklerle dikkat çeker bu kitabında. Ölümünden sonra ki baskılar ise iki cilt olarak yayınlanmıştır.
Bir Facianın Hikâyesi, Mağaradakiler, Işık Doğudan Yükselir, Saint-Simon İlk Sosyolog İlk Sosyalist, diğer kitaplarından bazılarıdır.
Ve Jurnal’ler. Cemil Meriç’i anlamak, hayata onun yaşam felsefesinden bakmak için Jurnal’leri okumak yeterli sanırım. O Jurnaller hakkında “Yaşama bahanem, nerdeyse benden sonrakilere bırakacağım tek yararlı şey” diye bahsediyor.
Jurnal–1 ve Jurnal–2, Ölümünden sonra birleştirilen sayfalar. Kimi sayfada dindar olur Cemil Meriç, kimi sayfada ateist… Kimi sayfada melankoliktir, kimi sayfada mazoşist. Bazı sayfalarda batılıdır, bazılarında doğulu. Avrupa’ya hayrandır özellikle Paris’e, fakat vatanı bir başkadır onun için. Yalnızdır, ama hayat dolu.
Bulutlara benzetir duygularını… Bazen cinnet geçirir sayfalarında.
Tüm yaşantısını, hatıralarını, hayallerini, aşklarını, sıkıntılarını, sefaletle geçen yıllarını, otopsi masasına yatırdığı, masadaki her bir parçayı düşünce ve hisleriyle didik didik ettiği jurnaller.
Cemil Meriç, 1984 Ağustos’unda geçirdiği beyin kanaması sonucu sol tarafına felç iner. Üç yıl sonra yani 13 Haziran 1987 tarihinde hayatını kaybeder.
Kitaplarının yayını ve tüm telif hakları resmi varislerine kalmıştır. Daha çok oğlu Mahmut Ali Meriç ilgilenir babasının eserleriyle.
Fakat şanssızlıkları ölümünden sonra da peşini bırakmaz Cemil Meriç’in. Basılan her kitabında bir başkalık vardır. Eklemeler, gereğinden uzun dipnotlar, çıkartılmış ya da yer değiştirilmiş kısımlar. Farklı eller değmiştir Cemil Meriç’in kitaplarına. Asıllarına her ne kadar sadık kalınmaya çalışılsa da artık orijinal değildir hiç birisi. Bir yazara, bir fikir adamına yapılan en büyük haksızlık gibi hissediyorum bunu…
Cemil Meriç’i yaşatmaksa amaç, emeklerine, bilgisine, birikimine, onun sadece kendine has düş ve düşünce dünyasına, fikir hayatına, karanlık dünyasındaki ışığına saygı duyarak, eserleri üzerinde değişiklikler yapmadan yeni kuşaklara tanıtılmalıydı kitapları ve edebi kişiliği.
Oysa bir sermaye olmanın kokusu var şimdi kitaplarında. Yeni nesil nasıl tanıyacak Cemil Meriç’i?
“Geç Kalmış Bir Muhasebeyi” kim yapacak şimdi?…
Haziran 2009-Manisa

Yayınlandığı Yer : Maviada Dergisi Yaz 2009 Sayı:14

12 Şubat 2013

DEKLANŞÖRE DOKUNAN ÖLÜ PARMAKLAR

DEKLANŞÖRE DOKUNAN ÖLÜ PARMAKLAR


H.D. 15 yaşında ve 4 aylık hamileydi. Batman’da töre cinayetinin kurbanı oldu. Tarih 17 Aralık 2012
Damla Ay, 02 Şubat 2013’de şiddet gördüğü için boşanmak isteyince eşi tarafından evinin önünde silahla öldürüldü. Yer; Samsun.
04 Şubat 2013’de İrem Kahya, birlikte yaşadığı erkek tarafından Esenyurt’daki evinde bıçaklanarak öldürüldü.
Amatör bir fotoğrafçıydı Sarai Sierra Amerika'dan ülkemize fotoğraf çekmek için gelmişti. Kendine, Beyoğlu'da bir apartmanın zemin katında izbe bir daire kiralamıştı. Belli ki parası ancak bu kadarına yetiyordu.  Şartları elverdiğince yapacaktı sanatı. Eşini, çocuklarını, tüm ailesini ve tüm sevenlerini geride bırakıp gelmiş, sevdalısı olduğu fotoğrafçılık ağır basmıştı yüreğinde.
İlk önce trenleri, tren raylarını tünelleri fotoğrafladı Sierra.   
Sonra aniden ortadan kayboldu genç kadın. İki ülke arasında karşılıklı bilgi alış-verişleri yapılıp, iz peşine düşüldü.   
Bu arada susmadı sesler, Ajan ve kurye olduğuna dair üretilen onca senaryo, çektiği fotoğrafların altına birer alt yazı olarak sabitlendi.
Ve,  2 Şubat 2013 günü,  Topkapı surlarının altında  bir kadın cesedi bulundu.
Acı bir rüzgar esti o vakit. Zeytinyağı damlası gibi kayıp gitti tenimizde.  Kimsenin söylemeye cesaret edemediği fakat beklenen bir akıbetti onu kıskacına alan. 

"Türkiye'nin resmini çekmeye gelen Sierra, son kez dokundu deklanşöre. Kadrajda kendisi vardı bu sefer. Surlar altındaki bir dehlizde yatan kadın cesedi.
Ölü parmaklarıyla dokunduğu deklanşörde kadraja kendisi girmişti girmesine de fotoğraf ona ait değildi. Fotoğrafını çekmeye geldiği Türkiye’nin resmiydi bu.
Kim bilir,  istese çekemezdi böylesine bir gerçeği. Kaderi, turist olarak geldiği ülkede cinayete kurban giden onlarca kadınla birleşti.
            Damla’lar… İrem’ler, H.D.’ler.
Ölü parmakların dokunduğu deklanşörler…
Ve, peş peşe silinen hayatların acı dramları, birer kara leke olarak kalıyor yaşamın içinde. Kağıda damlayan mürekkep gibi. 
Kadına şiddetin ne denli meşrulaştığına bir kez daha tanık olduk hep beraber.
            14 Şubat Sevgililer Günü, yaklaşıyor.  Ölen her kadının bir zamanlar en sevdiği erkek tarafından katledilmiş olması,  sevgiyle şiddetin kesiştiği en acı fotoğraf olsa gerek. 


9 Mart 2012

8 MART DÜNYA KADINLAR GÜNÜ

KUTLU OLSUN GÜNÜMÜZ !
Ard arda mesajlar geliyor telefonuma, mailler desen peşi sıra… Sonra gazeteler yazıyor, televizyonlar bangır bangır kutluyorlar günümüzü, “8 Mart Dünya Kadınlar Gününüz kutlu olsun.”
Sağolun…. Berhudar olun…
8 Mart Dünya Kadınlar Günü, aslında “ Dünya Emekçi Kadınlar Günü”. Fakat BM bir yasayla –Emekçi kelimesini çıkartıyor. 8 Mart’ı sadece “Dünya Kadınlar Günü” ilan ediyor. O bir tek kelimeyi kaldırmak bile kadınları ötekileştiriyor kendi aralarında. Evinde oturan kadın –Emekçi- değilmiş gibi. Oysa nelere göğüs geriyor yaşamı boyunca. Hangi acıları içine sindiriyor. Ve, yuvayı yapabilmek adına dişiliğinden ödün veriyor.
8 Mart Dünya Kadınlar Günü, -emekçi- dediniz mi? Olmaz! O zaman solcusunuz. Hem solcusunuz, hem de kadın. Terörist ya da komünist. Evet ya… Komünist, bir de üstelik kadın…
Kadın’ın bulunmadığı yerde… O zaman da çocuk… Pozantı’daki gibi. Zaten mahkumlar. Siyasi suçlular. Yani teröristler. Hem teröristler hem çocuk. Kim ne bilecek, ne diyecek… Olsun bitsin..
Öyle de oluyor. Olup bitiyor her şey. Sonra yolluyorlar Ankara’ya. Kim ne bilecek… ne diyecek.. Zaten terörist onlar, hem de çocuk…
8 Mart Dünya Kadınlar Günümüz Kutlu olsun. Aaa bak bir mesaj daha geldi. “Pek bir gururlandım. Ruhumu okşadılar” diyemeyeceğim. Çünkü biliyorum. Kulağıma geliyor sessiz çığlıklar!
Duyuyor musunuz? Hayır. Siz duyamazsınız. Çocuk gelinlerden O. Yaşı henüz 15. Adı Gülsevil. Adı gibi yanakları.... Al al oluyor utandığında. Pembeden kırmızıya. Şimdi kendi kaderini yaşıyor Gülsevil. İleride kendi çocuklarıyla giderecek, çocukluğuna olan özlemini..
Dünya Kadınlar gününüz Kutlu olsun! İşte bir mesaj daha. Bunu da duymadınız değil mi? Nilgün’ün sesiydi bu kulağıma gelen. Eşinden şiddet görünce baba evine sığınmış, “kocandır hem döver hem sever “deyip yollamış babası geriye. Ya sonrası…
Dünya kadınlar gününüz kutlu olsun! Bu sefer sessiz telefonum. Kulak kabartıyorum. Yok… Çıkmıyor ses. Kesildi mesajların ardı arkası. Gün, akşam oluyor. Sessizlik… Fakat o da ne? Bir ağlama sesi… Bir tane daha… Sonra bir tane daha. Hepsi farklı yerden. Kızlarına, kardeşlerine, annelerine ağlıyorlar hepsi de Törenin aldığı canlar. Namus cinayetleri. İsimler farklı kaderleri aynı. Kimi diri diri toprağa gömülmüş, kimi asılmış hiç acımadan. Kimi kurşunlanmış kaç yerinden. Geçtiğimiz aylarda sırtından bıçaklananı vermişti gazetenin biri. Tam yarım sayfa. Konu mankeni kadın olunca. Ne haberin içeriği önemli ne de vicdanlar. Sırtında bıcakla yarı çıplak bir kadın. Tam yarım sayfa. Bir hafta sürdü tartışmalar.
8 Mart Dünya Kadınlar Gününüz kutlu olsun.
Kutlanınca dinmedi kan. Tuz basıldıkça sürekli yaraya, küller arasından yeniden alevlendi ateş.
Gününüz Kutlu Olsun..