3 Şubat 2019

ARAF’TA KALAN ADAM

Çığlıkta ahenk aranmazCemil Meriç Jurnal-II 1981
Ölümünün üzerinden yirmi iki yıl geçen Cemil Meriç Yunanistan’dan Hatay’a göç etmiş kendi halinde yaşayan bir ailenin çocuğuydu Cemil Meriç. Fransız eğitim sistemiyle idare edilen Antakya Sultanisi’nde okudu. Okulda ve mahallede göçmen olduğu için arkadaşları tarafından dışlandı. Bu dışlanış onu çocuk yaşlarda benliğine kazınan ve ömür boyu ruhuna işleyecek olan yalnızlık duygusuyla tanıştırdı. Girdiği her ortamda kendini yabancı hissediyordu. Hisleri onu bir süre sonra kendi dünyasına, yalnızlığa ve kitapların arasına mahkûm etti. Artık dış dünyadan kendini soyutlamış sadece okuyordu.
Sosyalist eğilimlerinden dolayı liseyi bitiremedi. Okuldan atıldı.
“Marksizm” diye haykırmıştı mahkeme salonunda. Bir sabah evinden alınıp nezarete atılmış. İdamla yargılanmıştı. Suçu ‘Hükümeti devirmek ve sosyalist bir devlet kurma girişimiyle bulunmaktı’. Mahkeme de beraat edip, hapisten çıktığında birçok dostu yüz çevirmişti. Haykırışının asıl nedeni farklı olmaktan duyduğu acıydı. O farklıydı. Çocukluğunda, gençlik yıllarında ve sonrasında…. Mahkeme salonun da yükselen haykırış bir isyanın dillenişiydi. Kendini dışlanan, ezilen biri olarak görüyor, yalnızlığın, itilmişliğin, hor görülmenin isyanını yaşıyordu. Marksizm hayata tutunabilmek için bir araçtı onun için. Arafta kalmıştı.
Münzevi geçen ömrünün her karesinde daima okuyacak ve yazacaktı. Kendini tanımak için okuyordu daha çok.
Balzac ilk aşkıydı. Düşünsel gelişmesini Paul Bourger ve Taine’ye borçluydu. Rausseau ve İbn Haldun ise düşünce hayatına yön veren ustaları olmuştu. Quinet ve Michelet’ den hocalarım diye bahsediyordu. Hugo, chateaubriand, Voltaire ve diğerlerinden de etkilendi..
Her okuma çalışması ona farklı bir dünyanın kapılarını açarken, “Fırtınaya tutulan bir hayat yolcusuyum” diyordu Cemil Meriç. Duyguları, fırtınaya tutulmuşçasına sürüklüyordu onu farklı yönlere. “ On dokuzunda ateisttir insan” derken yıllar sonra dinsel arayışlar içinde kaybolacağını asla tahmin edemezdi. Her sürükleniş farklı bir ideolojiydi onun için.
1933’te bir dergide yayınlanan ilk yazısı “Geç Kalmış Bir Muhasebe” gibi yaşantısının her döneminde ‘hayatının muhasebesini’ yapmaya devam edecekti.
1936 yılında İstanbul’a gelen Cemil Meriç, Nazım Hikmet ve Kerim Sadi ile tanışır. Onlar için kendi imzasını kullanmadan Türkçeye iki kitap çevirir. İstanbul’da aradığını bulamamıştır. Yalnızlık hissi günbegün artarken buna birde açlık eklenmiştir. İşsizdir. Hataya geri döner. Köy öğretmenliği ve nahiye müdürlüğü yapar.
1942’de Tercüme Bürosunda işe başlar. Çalıştığı süre içerisinde 12 eleştiri yazısı yazmıştır. O günlerinden “Bu tenkitler bana sadece düşman kazandırdı.” diye bahseder Cemil Meriç.
Aynı yıl Fevziye hanımla evlenir. Ciddi anlamda hayatına giren ilk kadındır Fevziye Hanım. Elazığ’a Fransızca öğretmeni olarak atanır. Bir süre sonra istifa ederek İstanbul’a geri döner. Işık Lisesinde Fransızca öğretmenliği ve İstanbul üniversitesinde okutmanlık yapar. Çeşitli dergi ve gazetelerde makaleleri yayınlanmaya başlamıştır.
Geçmişte birçok dönem yaşadığı maddi sıkıntılar ve önleyemediği yalnızlık duygusu….
Hayatının her döneminde psikolojik çözülmeler yaşasa da yalnızlığı ve açlığı hiç eksilmedi. Gerçek bir açlıktı bu. Midenin açlığı… Bilgiye açtı Cemil Meriç. Öğrenmeye.., okumaya açtı. Dosta sevgiliye duyduğu açlık, ruhun ve tenin açlığı…
Kasırgaya tutulmuşçasına savruldu benliği ötelere. Bu çözülme zamanla farklı arayışlara itti Cemil Meriç’i. Belki de hiç bilmediği, tatmadığı arayışlara. Ruhundaki boşluğu dinsel bir sığınmayla gidermeye çalıştı. Dine yöneliş kişiliğiyle birlikte çalışmalarını da etkilemeye başlamıştı. “Çığlıkta ahenk aranmaz” diyordu.
Cemaatlerin oluşumu ve bölünmesinde Marksizm’in sosyal ve beşeri yönden katkısının olduğunu savundu.
Marksist görüş ve düşünceler için “Neye inanırsak inanalım, bu bilimsel tezleri kabul ederiz” diyordu Cemil Meriç. Burada Marksizm’i ideolojiden ziyade temel bir kavram olarak ele alır.
Fakat Marksizm ve dinselliği sosyolojik yönden ele alan doktriner açıklamalarında genelden ziyade cemaat, mezhep ve gruplara göndermeler yapar. Yazı ve konferanslarındaki bu açıklamaları gruplar açısından ideolojik yaklaşımlarla farklı açılardan değerlendirilmiştir.
Bir yazar olarak kabul gören veya reddedilen bu görüş ve açıklamalarıyla, Cemil Meriç’i, kendisinden sonra toplumda Araf’a sürüklemiştir. Saint-Simon İlk Sosyolog, İlk Sosyalist" isimli kitabı düşünsel açıklamalarından dolayı hedeflediği sol kesimde kabul görmez.
1954 İlkbaharında gözlerini kaybeder Cemil Meriç. İstanbul ve Paris’te bir dizi ameliyat geçirir. Fakat görmesi imkânsızdır.
Yalnızlığı katbekat artmıştı. Utanıyordu körlüğünden, kendini işe yaramaz biri olarak görüyor, acı çekiyordu. Bir yazısında:
“ Gözlerimi göstermek istemiyorum. Körler bütün devirlerin hatta bütün ülkelerin paryası. Kör müsün? Kör olasıca? Hay kör Şeytan!.. Romanların bütün canavarlara hatta bütün sürüngenlere açılan kapıları körlere kapalı. Neden? O halde ızdıraplarından bir roman, bir şiirde yazamayacaksa kör, Kimin Hikâyesini anlatsın?” diyordu. Bir yıl sonra Jurnal’ı yazmaya başladı. Yazımı aralıklarla 29 yıl sürecekti, kendi hikâyesinin.
Artık karanlığa gömülen yaşantısından sıyrılıp çıkmak, benliğini aşmak istiyordu. En azından düşünceleriyle çıkmak… İki perdeden ibaretti yaşamı. Otuz sekiz yaşında kaybettiği gözleri, yaşamın ikinci perdesini açmıştı ona.
Kaybolan ışık sadece gözlerindeydi.
“Kendimizi tanıtmak irfanın varabileceği en yüksek merhale” diyordu.
Fikren hep uç noktalarda yaşadı. Ya büyük bir hayranlıkla bağlandı ya nefret etti. Kitaplara, okumaya, bilgiye açlığı hiç dinmedi.
İstanbul’a âşıktı… Kimi zaman istediğini buldu. Kimi zamansa hayal kırıklıkları yaşattı koca şehir ona.
Paris’e âşıktı… “Paris, Benim Rüyalarımın Şehri. Ben yıllarca orada yaşadım. Merius’la, Rastignac’la Julien Sorel’le… Paris’in büyüsü nereden geliyor. Evvela sevdiklerimin çoğu orada yaşamış. (…) Bütün uzak beldeler gurbet benim için., yalnız Paris Vatan.,”” diyordu Paris’e hayranlığını dile getirirken. Fakat istediği pencereden tanıyamadı Paris’i. Gözlerini kaybetti zaman tedavi için gittiğinde tanıştı âşık olduğu şehirle. Hastane de geçen günlerini “Quinze –Vingts Geceleri” adıyla uzun yıllar aralıklı olarak kaleme alacaktı Cemil Meriç.
Hisar dergisinde “Fildişi Kuleden” başlığıyla deneme yazıları yazmaya başladı.
Fil Dişi Kulelerinin hayatındaki yeri bir başkadır Cemil Meriç’in. Onun mabedi olmuştur bu kuleler. Sığındığı bir liman… Tıpkı yalnızlığı gibi… “Fildişi Kulenin penceresi pembe bir kristal. İnsanlar güzel görünüyor oradan. İnsanları sevmek için onlardan kaçmak gerekir. Ben kütüphanedeki insanları seviyorum. , ” diyordu bir yazısında.
Fildişi Kuleden” yazmaya uzunca bir süre devam etti Meriç. Fakat zihnindeki Fildişi kuleden sıyrılıp çıkması fazla uzun sürmeyecekti. Meşakkatli yaşamı ona dik durmayı öğretmişti. İstediğini elde edebilmek için sürekli didinip duran, hayatının her döneminde yaşamı tırnaklayan bir Cemil Meriç vardır.
O artık bir dava adamıdır. Yazıları öğretici, yol gösterici, bazen ideolojik, aydınlığa, açık ufuklara götürür okuyanı. Düşünmeye sevk eder. Felsefeden sosyolojiye derin bilgi birikimi artık daktilonun tuşlarındadır. Yaşama, insana, hayale, düşe ve reel olana onun gibi fildişi kulelerinden bakabilmek bir ayrıcalıktır. Aykırı düşünce sistemi ve sentezleri ile gözün alamayacağı genişlikteki görüntüler Cemil Meriç’le artık tek karededir.
Yasaklı bir aşktı Cemil Meriç için edebiyat. Tıpkı Lamia gibi. Fakat Lamia onun için yasaktan öteydi. Canından öte.
Yaşamına giren iki önemli kadın…. Büyük bir aşkla bağlandığı Lamia ve eşsiz hayat arkadaşı Fevziye Hanım. Birbirlerine gösterdikleri saygı ve sergiledikleri uyum belki de Cemil Meriç’e besledikleri aşktan ibaretti. Her ikisi de Kadın olmanın fedakârlığını ve vefasını ispatlarcasına bağlanmışlardı ona.
İlk kitabı Balzac’tan bir çeviriydi. Beğeni kadar eleştiri de toplamıştı.
“Hind Edebiyatı”ndan için “Kırk sekiz yılımı gömdüm bu sayfalara, Bir kitaba bir kıtayı sığdırmak! Neden Olmasın! Bir damla suda bütün bir deniz yok mu?........” diyordu Cemil Meriç. En önem verdiği en çok sevdiği eserlerinden biriydi. Fakat istediği ilgiyi bulamadı kitap. Belki de değerini anlayacak seviyede okuyuculara ulaşamadı. Kim bilir? Yusuf Ziya Ortaç’a yazdığı ithafda şöyle diyordu Meriç Hint Edebiyatı Hakkında;
“ Sizi Himayala doruklarına çağıran bir kitap bu. Tanrıları dinlemek istemez misiniz?
Bu çiçekleri üç beş bahtiyar için topladım. Harap mabedin kandillerini vecitleriyle,
aşklarıyla, tutuşturan üç beş bahtiyar için;
En derin sevgilerimle”
Kırkambar’da, Türk ve dünya edebiyatını ele almıştır Cemil Meriç. Edebiyatta, disiplinler arası geçişlerin ve akımların ön yargılardan, kalıplaşmış inançlardan sıyrılmasında düşünce sistemlerinin rolüne işaret etmiştir. Bir başka değişle Cemil Meriç, edebiyatın evrensel boyutuna farklı yaklaşımlar ve örneklerle dikkat çeker bu kitabında. Ölümünden sonra ki baskılar ise iki cilt olarak yayınlanmıştır.
Bir Facianın Hikâyesi, Mağaradakiler, Işık Doğudan Yükselir, Saint-Simon İlk Sosyolog İlk Sosyalist, diğer kitaplarından bazılarıdır.
Ve Jurnal’ler. Cemil Meriç’i anlamak, hayata onun yaşam felsefesinden bakmak için Jurnal’leri okumak yeterli sanırım. O Jurnaller hakkında “Yaşama bahanem, nerdeyse benden sonrakilere bırakacağım tek yararlı şey” diye bahsediyor.
Jurnal–1 ve Jurnal–2, Ölümünden sonra birleştirilen sayfalar. Kimi sayfada dindar olur Cemil Meriç, kimi sayfada ateist… Kimi sayfada melankoliktir, kimi sayfada mazoşist. Bazı sayfalarda batılıdır, bazılarında doğulu. Avrupa’ya hayrandır özellikle Paris’e, fakat vatanı bir başkadır onun için. Yalnızdır, ama hayat dolu.
Bulutlara benzetir duygularını… Bazen cinnet geçirir sayfalarında.
Tüm yaşantısını, hatıralarını, hayallerini, aşklarını, sıkıntılarını, sefaletle geçen yıllarını, otopsi masasına yatırdığı, masadaki her bir parçayı düşünce ve hisleriyle didik didik ettiği jurnaller.
Cemil Meriç, 1984 Ağustos’unda geçirdiği beyin kanaması sonucu sol tarafına felç iner. Üç yıl sonra yani 13 Haziran 1987 tarihinde hayatını kaybeder.
Kitaplarının yayını ve tüm telif hakları resmi varislerine kalmıştır. Daha çok oğlu Mahmut Ali Meriç ilgilenir babasının eserleriyle.
Fakat şanssızlıkları ölümünden sonra da peşini bırakmaz Cemil Meriç’in. Basılan her kitabında bir başkalık vardır. Eklemeler, gereğinden uzun dipnotlar, çıkartılmış ya da yer değiştirilmiş kısımlar. Farklı eller değmiştir Cemil Meriç’in kitaplarına. Asıllarına her ne kadar sadık kalınmaya çalışılsa da artık orijinal değildir hiç birisi. Bir yazara, bir fikir adamına yapılan en büyük haksızlık gibi hissediyorum bunu…
Cemil Meriç’i yaşatmaksa amaç, emeklerine, bilgisine, birikimine, onun sadece kendine has düş ve düşünce dünyasına, fikir hayatına, karanlık dünyasındaki ışığına saygı duyarak, eserleri üzerinde değişiklikler yapmadan yeni kuşaklara tanıtılmalıydı kitapları ve edebi kişiliği.
Oysa bir sermaye olmanın kokusu var şimdi kitaplarında. Yeni nesil nasıl tanıyacak Cemil Meriç’i?
“Geç Kalmış Bir Muhasebeyi” kim yapacak şimdi?…
Haziran 2009-Manisa

Yayınlandığı Yer : Maviada Dergisi Yaz 2009 Sayı:14

12 Şubat 2013

DEKLANŞÖRE DOKUNAN ÖLÜ PARMAKLAR

DEKLANŞÖRE DOKUNAN ÖLÜ PARMAKLAR


H.D. 15 yaşında ve 4 aylık hamileydi. Batman’da töre cinayetinin kurbanı oldu. Tarih 17 Aralık 2012
Damla Ay, 02 Şubat 2013’de şiddet gördüğü için boşanmak isteyince eşi tarafından evinin önünde silahla öldürüldü. Yer; Samsun.
04 Şubat 2013’de İrem Kahya, birlikte yaşadığı erkek tarafından Esenyurt’daki evinde bıçaklanarak öldürüldü.
Amatör bir fotoğrafçıydı Sarai Sierra Amerika'dan ülkemize fotoğraf çekmek için gelmişti. Kendine, Beyoğlu'da bir apartmanın zemin katında izbe bir daire kiralamıştı. Belli ki parası ancak bu kadarına yetiyordu.  Şartları elverdiğince yapacaktı sanatı. Eşini, çocuklarını, tüm ailesini ve tüm sevenlerini geride bırakıp gelmiş, sevdalısı olduğu fotoğrafçılık ağır basmıştı yüreğinde.
İlk önce trenleri, tren raylarını tünelleri fotoğrafladı Sierra.   
Sonra aniden ortadan kayboldu genç kadın. İki ülke arasında karşılıklı bilgi alış-verişleri yapılıp, iz peşine düşüldü.   
Bu arada susmadı sesler, Ajan ve kurye olduğuna dair üretilen onca senaryo, çektiği fotoğrafların altına birer alt yazı olarak sabitlendi.
Ve,  2 Şubat 2013 günü,  Topkapı surlarının altında  bir kadın cesedi bulundu.
Acı bir rüzgar esti o vakit. Zeytinyağı damlası gibi kayıp gitti tenimizde.  Kimsenin söylemeye cesaret edemediği fakat beklenen bir akıbetti onu kıskacına alan. 

"Türkiye'nin resmini çekmeye gelen Sierra, son kez dokundu deklanşöre. Kadrajda kendisi vardı bu sefer. Surlar altındaki bir dehlizde yatan kadın cesedi.
Ölü parmaklarıyla dokunduğu deklanşörde kadraja kendisi girmişti girmesine de fotoğraf ona ait değildi. Fotoğrafını çekmeye geldiği Türkiye’nin resmiydi bu.
Kim bilir,  istese çekemezdi böylesine bir gerçeği. Kaderi, turist olarak geldiği ülkede cinayete kurban giden onlarca kadınla birleşti.
            Damla’lar… İrem’ler, H.D.’ler.
Ölü parmakların dokunduğu deklanşörler…
Ve, peş peşe silinen hayatların acı dramları, birer kara leke olarak kalıyor yaşamın içinde. Kağıda damlayan mürekkep gibi. 
Kadına şiddetin ne denli meşrulaştığına bir kez daha tanık olduk hep beraber.
            14 Şubat Sevgililer Günü, yaklaşıyor.  Ölen her kadının bir zamanlar en sevdiği erkek tarafından katledilmiş olması,  sevgiyle şiddetin kesiştiği en acı fotoğraf olsa gerek. 


9 Mart 2012

8 MART DÜNYA KADINLAR GÜNÜ

KUTLU OLSUN GÜNÜMÜZ !
Ard arda mesajlar geliyor telefonuma, mailler desen peşi sıra… Sonra gazeteler yazıyor, televizyonlar bangır bangır kutluyorlar günümüzü, “8 Mart Dünya Kadınlar Gününüz kutlu olsun.”
Sağolun…. Berhudar olun…
8 Mart Dünya Kadınlar Günü, aslında “ Dünya Emekçi Kadınlar Günü”. Fakat BM bir yasayla –Emekçi kelimesini çıkartıyor. 8 Mart’ı sadece “Dünya Kadınlar Günü” ilan ediyor. O bir tek kelimeyi kaldırmak bile kadınları ötekileştiriyor kendi aralarında. Evinde oturan kadın –Emekçi- değilmiş gibi. Oysa nelere göğüs geriyor yaşamı boyunca. Hangi acıları içine sindiriyor. Ve, yuvayı yapabilmek adına dişiliğinden ödün veriyor.
8 Mart Dünya Kadınlar Günü, -emekçi- dediniz mi? Olmaz! O zaman solcusunuz. Hem solcusunuz, hem de kadın. Terörist ya da komünist. Evet ya… Komünist, bir de üstelik kadın…
Kadın’ın bulunmadığı yerde… O zaman da çocuk… Pozantı’daki gibi. Zaten mahkumlar. Siyasi suçlular. Yani teröristler. Hem teröristler hem çocuk. Kim ne bilecek, ne diyecek… Olsun bitsin..
Öyle de oluyor. Olup bitiyor her şey. Sonra yolluyorlar Ankara’ya. Kim ne bilecek… ne diyecek.. Zaten terörist onlar, hem de çocuk…
8 Mart Dünya Kadınlar Günümüz Kutlu olsun. Aaa bak bir mesaj daha geldi. “Pek bir gururlandım. Ruhumu okşadılar” diyemeyeceğim. Çünkü biliyorum. Kulağıma geliyor sessiz çığlıklar!
Duyuyor musunuz? Hayır. Siz duyamazsınız. Çocuk gelinlerden O. Yaşı henüz 15. Adı Gülsevil. Adı gibi yanakları.... Al al oluyor utandığında. Pembeden kırmızıya. Şimdi kendi kaderini yaşıyor Gülsevil. İleride kendi çocuklarıyla giderecek, çocukluğuna olan özlemini..
Dünya Kadınlar gününüz Kutlu olsun! İşte bir mesaj daha. Bunu da duymadınız değil mi? Nilgün’ün sesiydi bu kulağıma gelen. Eşinden şiddet görünce baba evine sığınmış, “kocandır hem döver hem sever “deyip yollamış babası geriye. Ya sonrası…
Dünya kadınlar gününüz kutlu olsun! Bu sefer sessiz telefonum. Kulak kabartıyorum. Yok… Çıkmıyor ses. Kesildi mesajların ardı arkası. Gün, akşam oluyor. Sessizlik… Fakat o da ne? Bir ağlama sesi… Bir tane daha… Sonra bir tane daha. Hepsi farklı yerden. Kızlarına, kardeşlerine, annelerine ağlıyorlar hepsi de Törenin aldığı canlar. Namus cinayetleri. İsimler farklı kaderleri aynı. Kimi diri diri toprağa gömülmüş, kimi asılmış hiç acımadan. Kimi kurşunlanmış kaç yerinden. Geçtiğimiz aylarda sırtından bıçaklananı vermişti gazetenin biri. Tam yarım sayfa. Konu mankeni kadın olunca. Ne haberin içeriği önemli ne de vicdanlar. Sırtında bıcakla yarı çıplak bir kadın. Tam yarım sayfa. Bir hafta sürdü tartışmalar.
8 Mart Dünya Kadınlar Gününüz kutlu olsun.
Kutlanınca dinmedi kan. Tuz basıldıkça sürekli yaraya, küller arasından yeniden alevlendi ateş.
Gününüz Kutlu Olsun..

10 Şubat 2012

100 TEMEL ESER VE GENÇLERİMİZ

Milli Eğitim Bakanlığının 100 Temel Eser Listesi uygulamaya konduğu günden bu güne tartışılmaya devam ediyor. Listedeki kitapların her biri kendi alanında yararlı ve edebiyat okumalarında gerekli kitaplar. Fakat söz konusu eğitim çağındaki çocuklar/gençler olduğu zaman listedeki kitaplar arasında hatalı seçimlerin varlığı inkâr edilemez. Listelerin genel anlamda ‘sınırlı sayıda seçenek sunma özelliği’ göz önüne alınacak olursa, bu sınırlı sayıya doğru seçeneklerin oturtulması da bir hayli zordur. Her yıl yüz binlerce kitap piyasaya sürülürken, seçkin okunabilir eser sayılarının her geçen gün azalması edebiyatın geldiği noktayı anlatmaya yetiyor.
Gerçekte durum tüm dünyada aynı. Bunun da tek sebebi, kitap piyasasının kapitalist düzenin yörüngesinde sürüklenişidir. Basılan kitap sayıları arttıkça, edebi kalite düşüyor. Her geçen gün edebiyat, kapitalistmin esaretinde değerini yitirmektedir. Gençlerimiz var olmayan köksüz bir edebiyatın içine hapsedilmeye çalışılmaktadır. Sonuçta, düşünmeye, yargılamaya, eleştirmeye kapalı... Yeni fikirler üretmeye, hedeflerini doğru belirlemeye sınırlandırılmış bir okur oluşmakta. Gelinen bu nokta da, 100 Temel Eser, yapılan yanlış seçimler ile listeye dâhil edilemeyen yazar ve eserlerin varlığıyla önemini daha belirgin hale getiriyor.
Yapılan yanlış tercihler okuma alışkanlığının benimsetilmesinde, seçilen kitabın sadece görev bilincine vararak bitirilmesiyle sınırlı kalacaktır. Oysa okuma alışkanlığının kazandırılmasındaki gaye sağlam temeller üzerine inşa edilmiş, kaliteli bir okur yetiştirmek olmalı. Yani öğrenci görev bilincinden ziyade okumanın zevkine varacağı, elindeki kitabı bitirdikten sonra bir başka kitaba başlayacak olmanın hevesini içinde duyumsamalıdır.100 temel eser listesindeki “Savaş ve Barış” kitabı okuyan ya da okumaya çalışan bir öğrenci akabinde hangi kitabı okumaya heves edebilir ki? Kitap 4 cilt, sayfa sayısı ise 2000’in üzerinde. Oysa Tolstoy yaşadığı yıllarda yazdığı her romanla Rusya’da fırtınalar estiren bir yazardır. Cemil Meriç’in kaleminin gücünü her zaman savunmuşumdur. Fakat çoğunluğu Julnal’dan alıntıların oluşturduğu, ümitsizlik ve buram buram kasvet kokan ideolojik bir deneme türüdür 'Bu Ülke' adlı eseri.
Ülkemizde, yazar, kitap ve okur üçlüsü arasında ilginç bir bağ vardır her zaman. Okuduğu satırlarda kendinden bir şeyler bulmak ister bizim insanımız. Kimi zaman yabancısı olduğu hayatlara tanıklık ederken, bilmediği farklı coğrafyada, iklimde ya da kültürde, kendi düşünce ve his dünyasında yaşadıklarını keşfeder, kimi zaman da kendi insanına, toprağına ne denli yabancı olduğunu duyumsar iç dünyasında. Önce kendi aksini arar sarı sayfalar üzerinde, sonra da kendini o dünyaya sürükleyen yazarı. Ortak paydaları olur mutluluk ve hüzün. Bundandır –klasikler- kavramının aslında sıradanlığı çoktan aşıp başyapıta dönüşmesindeki sırrı. 100 Temel Eser’in seçimi sırasında yaşayan yazarlara yer vermeme kuralı, ancak ölümünden sonra kadri kıymeti bilinen edebiyat ve sanat dünyasının birçok ismini hatırlattı bana. Oysa Anadolu insanını Yaşar Kemal’in ‘İnce Mehmet’te anlattığı gibi kim dile getirebilir ki başka.
Kemal Tahir’in Türk Dil Kurumu ödüllü ‘Devlet Ana’ adlı romanı da dengeli Türkçesiyle yetişmekte olan genç nesle iyi bir örnek olurdu, kanısındayım.
Emile Zola’sız, Luis Borges’siz ve Franz Kafka’sız 100 Temel Eserin, hep bir yanı eksiktir benim için.
100 Temel Eser’deki bir başka dikkat çeken nokta, çevirilerde yapılan tahribat. Bir sanat eserinin çevirmenliğinde yapılan kasıtlı hata, bana göre intihal kadar kötüdür. Benzer hata birden fazla eserde bulunuyorsa eğer, yapılan kasıttın hangi amaca hizmet ettiğini de sorgulamak gerekir.

9 Şubat 2012

SÜRÜDEN AYRILANI KURT MU KAPACAK?

Ne kadar çok benzer olduk birbirimize. Giyim tarzlarımızdan tutun da, okuduğumuz kitaplara, seyrettiğimiz filmlere kadar her şey aynı.

Kurduğumuz cümleler, konuştuğumuz, ilgilendiğimiz konular hep aynı. Peki ya sürekli gittiğimiz restorandan bir türlü vazgeçemeyişimize ne demeli.

Nedendir bu benzerlik? Ya da neden hiç değiştirmeyi dahi düşünmeyişimizin sebebi?

Oysa şikâyet eder dururuz.

Ne kadar monotondur hayat ve ne kadar tekdüze. Hâlbuki biliriz küreselleşiyoruz… Artık hiçbir şey eskisi gibi değil… Kozmopolitlik.. Sanallık, Yapaylık kaplamıştır her yeri… Teknoloji deseniz hat safhada. Bilmeyiz ki değişen onca şeye rağmen biz hep aynı kalmışız.


Gündelik hayatın rutinliği içinde değiştirmek istemediğimiz alışkanlıklarımız bizi öznel olandan, çoğulcu bir kabullenişe itelemiş durumda.

Sürü psikolojisi denilen olgu, her geçen gün ağlarını daha da sağlamlaştırıyor. Birilerinin kabul ettiğini diğeri reddedemiyor. “Sürüden ayrılanı kurt kapar” atasözü geçerliliğini güçlendirmeye devam ediyor.

Sorası geliyor insanın.

Gerçekte var olan; sürüden ayrılma endişesi mi? Yoksa kurda yem olma korkusu mu? Her iki soruda kişisel tercihlere göre cevaplandırılıyor gündelik yaşam içinde. Cevaplarını buluyor bulmasına da yine de sürüden ayrılmayı kimsenin gözü kesmiyor.

Ya ayrılmayı göze alanlar?

Gündelik hayatta hiç farkında olmadığımız bu benzerlikler, alışkanlıklarımız, vazgeçemediğimiz davranış biçimleri ve ön yargılarımızla, aynı ve dar kalıplar içine sıkışıp kalmışız. Bireysellikten uzak, kendi kişiliğine uygun olanı değil, toplumun benimsediğini yapmaya şartlanmış beyinlerimiz.

Sıradanlık; insan doğasına işleyen yapılandırması içinde bireyi, ÖZESİ ALINMIŞ, adeta robotlaştırılmış bir mekanik alete dönüştürüyor. Anahtarlı oyuncak arabalar gibi. Birisi kuruyor anahtarını ve bırakıyor yere. Fıldır fıldır dönüyor normalleşmek adına, kendi öznesinden uzak, sadece sürünün içinde var olabilme çabasıyla.

Bir süre sonra öznesinden uzaklaşan birey, kendi salt düşünce yapısına aykırı düşeni yani toplumun benimsediğini kendi yaşantısına endeksliyor. Ve sürüdeki yeri genel hatlarıyla oluşmuş durumda…

Fakat ne var ki filmin kötü karakteri çobanı kimse hesaba katmıyor. Sürünün olmadığı yerde kendisinin de var olamayacağını fark edemeyen çoban elindeki kavalı, sürüyü avutmak yerine korkutmak için kullanıyor. Sonrasında çoban cengâvere dönüşüyor. Farkındalık yaratan bireyler üstünden, bir “İbret-i âlem” tablosu çıkartıp ortaya, sonrasında küçük çocuğa (toplumu oluşturan bireye) işaret parmağını gösterip “çısss!” yapıyor.

Yaratılmaya çalışılan ideolojik boşluk, sürü üstünde hâkimiyet sağlamakla gerçekleşmez.

Bilimin, kültürün, sanatın ve teknolojinin, anbean kendini yenileyen yapısına katkıda bulunmaktır gerçek hâkimiyet. Ötelemek, ötekileştirmek değil, sahip çıkmaktır. Toplumdan özneye değil. Özneden topluma farkındalık benimsetilmeli. Bu sorunda ancak disiplinler arası entegrasyonla çözümlenebilir.

Her şeye rağmen bilimin ve sanatın hangi dalı olursa olsun yaratıcılığın yaptırımıyla, yeni fikirler üretebilmek, sizi siz olduğunuz için kabullenmelerini duyumsamak istiyorsunuz içinizde. Fakat içine girmeniz gereken kalıplar hazırdır. Zırhla çevrilmiş bu kalıplar, sizin dış dünyadan iç âleminize yapacağınız yolculuğa dahi aman vermez. Çünkü artık öznesi alınmış, o sürünün bir üyesi olmuşsunuzdur. Tercihlerinizin alternatifi yoktur. Gücünüz ve güveniniz kelepçelenmiştir.

Yargıdaki çarpıklıklar demokrasideki tezatlık ve eğitimdeki tıkanıklık ile cevabını bekleyen onca soru hep aynı sistemin ürünüdür.

Geleneksel olanın toplumda kabul görmesi de benzer imgeler içermektedir. Bundan dolayıdır töre ve namus uğruna nice canların alınması. Ne, Güldünya’nın hastane odasında katledilmesini ne de Medine’nin canlı canlı toprağa gömülmesini değişmeyen zihniyet yadırgamaz. Ya da birçokları etkilemez, Yargıtay’dan çıkan “Rızası vardı” kararının mağduru Rumuz N.Ç. trajedisiyle.

Ulus olarak toplumsal çöküntünün hat safhaya ulaştığı aylardayız. Girdaba sürükleniyoruz birlikte. Henüz o derin boşluğuna düşmeden, tüm şartlanmalardan arınmış, rehberlik edecek kılavuzu dinlemektir yapmamız gereken. İç sesimizi

6 Aralık 2011

ÖLÜM VE ÖLÜMSÜZLÜK ÜZERİNE....

Kapanır devrin kadınlarına görkemli bölüm
Yaz bahçelerinde hoyrat bir rüzgârdır ölüm
...


Ayşe KULİN’in, Füreya adlı kitabından alıntıdır bu dizeler.
Her insan farklı yaşayıp adlandırır ölüm acısını. Ölümün ruhuna verdiği tahribatı ve hayata yansımalarını.
Belki de tek ortak nokta “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” düşüncesidir. Çünkü her ölüm yeri doldurulamayan bir yok oluş hikayesidir.
Neler yazılıp çizilmedi ki ölümle ilgi, fakat hiçbir tanım ya da betimleme ölüm acısını anlatmaya kafi gelmedi. Yüreğe çökeni çıkartamadı. Kelimelerin kifayetsizliği, ölümün geri dönülmezliğinde gizlenir çünkü. Naçar kalır yürekler... Sorgularken ölümün yaşattıklarını, bir anda geçmişte buluverir insan kendini. Kokusunu duyar, hissedersiniz.
Sanatçıysa ölen, eserlerinde yaşar adı yıllar boyu. Ölümsüzlüğü yakıştırır sanatçı kimliği ona. Peki ya çevresi... yakınları.... Onlar için bu gerçek bir avuntu olur mu bilinmez. Fakat bir de ölümü kendi seçen sanatçılar var ki, insan neden diye sormadan edemiyor. ‘Neden?’ diyorsunuz, duyup, öğrenince. Sanki çok tanıdık biriymiş gibi ölen... Oysa daha insanlığa neler sunabilirdiniz, yaşasaydınız.
Virginia WOLLF ölümü seçip kendini nehrin sularına bıraktığında geriye bir çok eser bırakmıştı. Fakat acılarına yenik düştü ünlü edebiyatçı. Bana kalırsa; Yazar içinde kopan fırtınaları, yaşamakla ölmek arasındaki seçimini defalarca sorgulamış, kararsızlığını ve neticede zor seçimini yine o nehir kıyısında vermişti.
“Kendine Ait Bir Oda” isimli kitabını okurken vardım bu kanıya. Sayfalar boyu sürekli nehir kıyısına gidip düşündüğünü defalarca ve ısrarla vurguluyor yazar. Kitabın bu kısımlarını okurken yazarın ölümü çok önceden planladığını düşünmüştüm hep.
John Kennedy Toole, Kitabı “Alıklar Birliği” yayıncılar tarafından basılmayınca deprasyona girip intihar etmişti. Ölümünün ardından basılan kitabı ona bir de, 1981 yılında Pulitzer Ödülünü kazandırmıştı. Sanat ve bilim dünyasından benzer birçok örnek vermek mümkün.
Ölümün kaçınılmaz oluşu bile maalesef intiharı tercih edenler için caydırıcı bir sebep olmuyor.
Yazar olmanın tehlikeli bir boyutudur bu size iki örnekle anlatmak istediğim. Her zaman araftadır yazar kısmı. Dengeyi kaçırdın mı okyanusun o tehlikeli sularına giriverirsiniz hemen. Hayalle gerçek arasında sıkışıp kalır romanda yarattığınız karakter. İkinci sayfa da aniden başka biri olursunuz. Onun gibi düşünen, onun gibi gezen, hatta yiyip içen. Evinizde, arabanızda bir başka karakter canlanır zihninizde.... Sanki o an 2. bir varlık girmiştir bedeninize. Hissedersiniz...
“Yaşamayı ölüm kaygısıyla bulandırıyoruz. Biri dertlendiriyor, öteki korkutuyor bizi.”diyor Montaıgne.
Hangi yaşta ya da ne şekilde gelirse gelsin ölüm hep hazırlıksız yakalar.
Ölüme hazırlanmak diye bir şey var mıdır bilmem. Fakat bir kazanın ardından, ağır bir hastalıkta ya da ameliyat öncesinde ölüm endişesi yaşar insan. Kabullenmese de ölümü, içinde bulunduğu durumun vehminden kaynaklansa gerek şöyle bir gelir geçer aklından.
Ölümün her geçen gün yaklaştığını bilmek bana zaman olgusunun ne kadar değerli olduğunu anımsatır.
Yaşayamadıklarımıza ya da yapamadıklarımıza kaygılanmak ise kendimizden çaldığımız en büyük zamanlardır.
Önemli olan ölüm değildir benim için. Sonrasında arkamızda bıraktığımız izlerdir. Hayata döndürdüğünüz bir hastadır kimi zaman, şimdi görseniz yüzünü bile hatırlayamayacağınız.. Ya da okuttuğunuz bir öğrencidir, saçları iki yana örgülü. Belki de hünerli ellerinizden çıkmış bir resimdir hangi evin duvarını renklendirir bilinmez. Ya da asude bir anıttır park kenarında, bir gece vakti ayyaşın birine gönül yoldaşlığı etmiştir meyhane çıkışı. Belki de sadece bir gülümseyiştir, geride bıraktığınız, boş gönülleri ümitlendiren.
Nasıl sonlanır konusu ölüm olan bir yazı… Hangi temenniler de bulunur insan ölüm üzerine. Dünya döndükçe hiç bitmeyecek ölüm sızısı. İnsanoğlu varoldukca, varolacak ölüm, karşı cephede her daim nöbette….
Yayımlandığı Yer : Kum Edebiyat Dergisi Sayı : 63/2011 Sayfa/42-43