12 Şubat 2013

DEKLANŞÖRE DOKUNAN ÖLÜ PARMAKLAR

DEKLANŞÖRE DOKUNAN ÖLÜ PARMAKLAR


H.D. 15 yaşında ve 4 aylık hamileydi. Batman’da töre cinayetinin kurbanı oldu. Tarih 17 Aralık 2012
Damla Ay, 02 Şubat 2013’de şiddet gördüğü için boşanmak isteyince eşi tarafından evinin önünde silahla öldürüldü. Yer; Samsun.
04 Şubat 2013’de İrem Kahya, birlikte yaşadığı erkek tarafından Esenyurt’daki evinde bıçaklanarak öldürüldü.
Amatör bir fotoğrafçıydı Sarai Sierra Amerika'dan ülkemize fotoğraf çekmek için gelmişti. Kendine, Beyoğlu'da bir apartmanın zemin katında izbe bir daire kiralamıştı. Belli ki parası ancak bu kadarına yetiyordu.  Şartları elverdiğince yapacaktı sanatı. Eşini, çocuklarını, tüm ailesini ve tüm sevenlerini geride bırakıp gelmiş, sevdalısı olduğu fotoğrafçılık ağır basmıştı yüreğinde.
İlk önce trenleri, tren raylarını tünelleri fotoğrafladı Sierra.   
Sonra aniden ortadan kayboldu genç kadın. İki ülke arasında karşılıklı bilgi alış-verişleri yapılıp, iz peşine düşüldü.   
Bu arada susmadı sesler, Ajan ve kurye olduğuna dair üretilen onca senaryo, çektiği fotoğrafların altına birer alt yazı olarak sabitlendi.
Ve,  2 Şubat 2013 günü,  Topkapı surlarının altında  bir kadın cesedi bulundu.
Acı bir rüzgar esti o vakit. Zeytinyağı damlası gibi kayıp gitti tenimizde.  Kimsenin söylemeye cesaret edemediği fakat beklenen bir akıbetti onu kıskacına alan. 

"Türkiye'nin resmini çekmeye gelen Sierra, son kez dokundu deklanşöre. Kadrajda kendisi vardı bu sefer. Surlar altındaki bir dehlizde yatan kadın cesedi.
Ölü parmaklarıyla dokunduğu deklanşörde kadraja kendisi girmişti girmesine de fotoğraf ona ait değildi. Fotoğrafını çekmeye geldiği Türkiye’nin resmiydi bu.
Kim bilir,  istese çekemezdi böylesine bir gerçeği. Kaderi, turist olarak geldiği ülkede cinayete kurban giden onlarca kadınla birleşti.
            Damla’lar… İrem’ler, H.D.’ler.
Ölü parmakların dokunduğu deklanşörler…
Ve, peş peşe silinen hayatların acı dramları, birer kara leke olarak kalıyor yaşamın içinde. Kağıda damlayan mürekkep gibi. 
Kadına şiddetin ne denli meşrulaştığına bir kez daha tanık olduk hep beraber.
            14 Şubat Sevgililer Günü, yaklaşıyor.  Ölen her kadının bir zamanlar en sevdiği erkek tarafından katledilmiş olması,  sevgiyle şiddetin kesiştiği en acı fotoğraf olsa gerek. 


9 Mart 2012

8 MART DÜNYA KADINLAR GÜNÜ

KUTLU OLSUN GÜNÜMÜZ !
Ard arda mesajlar geliyor telefonuma, mailler desen peşi sıra… Sonra gazeteler yazıyor, televizyonlar bangır bangır kutluyorlar günümüzü, “8 Mart Dünya Kadınlar Gününüz kutlu olsun.”
Sağolun…. Berhudar olun…
8 Mart Dünya Kadınlar Günü, aslında “ Dünya Emekçi Kadınlar Günü”. Fakat BM bir yasayla –Emekçi kelimesini çıkartıyor. 8 Mart’ı sadece “Dünya Kadınlar Günü” ilan ediyor. O bir tek kelimeyi kaldırmak bile kadınları ötekileştiriyor kendi aralarında. Evinde oturan kadın –Emekçi- değilmiş gibi. Oysa nelere göğüs geriyor yaşamı boyunca. Hangi acıları içine sindiriyor. Ve, yuvayı yapabilmek adına dişiliğinden ödün veriyor.
8 Mart Dünya Kadınlar Günü, -emekçi- dediniz mi? Olmaz! O zaman solcusunuz. Hem solcusunuz, hem de kadın. Terörist ya da komünist. Evet ya… Komünist, bir de üstelik kadın…
Kadın’ın bulunmadığı yerde… O zaman da çocuk… Pozantı’daki gibi. Zaten mahkumlar. Siyasi suçlular. Yani teröristler. Hem teröristler hem çocuk. Kim ne bilecek, ne diyecek… Olsun bitsin..
Öyle de oluyor. Olup bitiyor her şey. Sonra yolluyorlar Ankara’ya. Kim ne bilecek… ne diyecek.. Zaten terörist onlar, hem de çocuk…
8 Mart Dünya Kadınlar Günümüz Kutlu olsun. Aaa bak bir mesaj daha geldi. “Pek bir gururlandım. Ruhumu okşadılar” diyemeyeceğim. Çünkü biliyorum. Kulağıma geliyor sessiz çığlıklar!
Duyuyor musunuz? Hayır. Siz duyamazsınız. Çocuk gelinlerden O. Yaşı henüz 15. Adı Gülsevil. Adı gibi yanakları.... Al al oluyor utandığında. Pembeden kırmızıya. Şimdi kendi kaderini yaşıyor Gülsevil. İleride kendi çocuklarıyla giderecek, çocukluğuna olan özlemini..
Dünya Kadınlar gününüz Kutlu olsun! İşte bir mesaj daha. Bunu da duymadınız değil mi? Nilgün’ün sesiydi bu kulağıma gelen. Eşinden şiddet görünce baba evine sığınmış, “kocandır hem döver hem sever “deyip yollamış babası geriye. Ya sonrası…
Dünya kadınlar gününüz kutlu olsun! Bu sefer sessiz telefonum. Kulak kabartıyorum. Yok… Çıkmıyor ses. Kesildi mesajların ardı arkası. Gün, akşam oluyor. Sessizlik… Fakat o da ne? Bir ağlama sesi… Bir tane daha… Sonra bir tane daha. Hepsi farklı yerden. Kızlarına, kardeşlerine, annelerine ağlıyorlar hepsi de Törenin aldığı canlar. Namus cinayetleri. İsimler farklı kaderleri aynı. Kimi diri diri toprağa gömülmüş, kimi asılmış hiç acımadan. Kimi kurşunlanmış kaç yerinden. Geçtiğimiz aylarda sırtından bıçaklananı vermişti gazetenin biri. Tam yarım sayfa. Konu mankeni kadın olunca. Ne haberin içeriği önemli ne de vicdanlar. Sırtında bıcakla yarı çıplak bir kadın. Tam yarım sayfa. Bir hafta sürdü tartışmalar.
8 Mart Dünya Kadınlar Gününüz kutlu olsun.
Kutlanınca dinmedi kan. Tuz basıldıkça sürekli yaraya, küller arasından yeniden alevlendi ateş.
Gününüz Kutlu Olsun..

10 Şubat 2012

100 TEMEL ESER VE GENÇLERİMİZ

Milli Eğitim Bakanlığının 100 Temel Eser Listesi uygulamaya konduğu günden bu güne tartışılmaya devam ediyor. Listedeki kitapların her biri kendi alanında yararlı ve edebiyat okumalarında gerekli kitaplar. Fakat söz konusu eğitim çağındaki çocuklar/gençler olduğu zaman listedeki kitaplar arasında hatalı seçimlerin varlığı inkâr edilemez. Listelerin genel anlamda ‘sınırlı sayıda seçenek sunma özelliği’ göz önüne alınacak olursa, bu sınırlı sayıya doğru seçeneklerin oturtulması da bir hayli zordur. Her yıl yüz binlerce kitap piyasaya sürülürken, seçkin okunabilir eser sayılarının her geçen gün azalması edebiyatın geldiği noktayı anlatmaya yetiyor.
Gerçekte durum tüm dünyada aynı. Bunun da tek sebebi, kitap piyasasının kapitalist düzenin yörüngesinde sürüklenişidir. Basılan kitap sayıları arttıkça, edebi kalite düşüyor. Her geçen gün edebiyat, kapitalistmin esaretinde değerini yitirmektedir. Gençlerimiz var olmayan köksüz bir edebiyatın içine hapsedilmeye çalışılmaktadır. Sonuçta, düşünmeye, yargılamaya, eleştirmeye kapalı... Yeni fikirler üretmeye, hedeflerini doğru belirlemeye sınırlandırılmış bir okur oluşmakta. Gelinen bu nokta da, 100 Temel Eser, yapılan yanlış seçimler ile listeye dâhil edilemeyen yazar ve eserlerin varlığıyla önemini daha belirgin hale getiriyor.
Yapılan yanlış tercihler okuma alışkanlığının benimsetilmesinde, seçilen kitabın sadece görev bilincine vararak bitirilmesiyle sınırlı kalacaktır. Oysa okuma alışkanlığının kazandırılmasındaki gaye sağlam temeller üzerine inşa edilmiş, kaliteli bir okur yetiştirmek olmalı. Yani öğrenci görev bilincinden ziyade okumanın zevkine varacağı, elindeki kitabı bitirdikten sonra bir başka kitaba başlayacak olmanın hevesini içinde duyumsamalıdır.100 temel eser listesindeki “Savaş ve Barış” kitabı okuyan ya da okumaya çalışan bir öğrenci akabinde hangi kitabı okumaya heves edebilir ki? Kitap 4 cilt, sayfa sayısı ise 2000’in üzerinde. Oysa Tolstoy yaşadığı yıllarda yazdığı her romanla Rusya’da fırtınalar estiren bir yazardır. Cemil Meriç’in kaleminin gücünü her zaman savunmuşumdur. Fakat çoğunluğu Julnal’dan alıntıların oluşturduğu, ümitsizlik ve buram buram kasvet kokan ideolojik bir deneme türüdür 'Bu Ülke' adlı eseri.
Ülkemizde, yazar, kitap ve okur üçlüsü arasında ilginç bir bağ vardır her zaman. Okuduğu satırlarda kendinden bir şeyler bulmak ister bizim insanımız. Kimi zaman yabancısı olduğu hayatlara tanıklık ederken, bilmediği farklı coğrafyada, iklimde ya da kültürde, kendi düşünce ve his dünyasında yaşadıklarını keşfeder, kimi zaman da kendi insanına, toprağına ne denli yabancı olduğunu duyumsar iç dünyasında. Önce kendi aksini arar sarı sayfalar üzerinde, sonra da kendini o dünyaya sürükleyen yazarı. Ortak paydaları olur mutluluk ve hüzün. Bundandır –klasikler- kavramının aslında sıradanlığı çoktan aşıp başyapıta dönüşmesindeki sırrı. 100 Temel Eser’in seçimi sırasında yaşayan yazarlara yer vermeme kuralı, ancak ölümünden sonra kadri kıymeti bilinen edebiyat ve sanat dünyasının birçok ismini hatırlattı bana. Oysa Anadolu insanını Yaşar Kemal’in ‘İnce Mehmet’te anlattığı gibi kim dile getirebilir ki başka.
Kemal Tahir’in Türk Dil Kurumu ödüllü ‘Devlet Ana’ adlı romanı da dengeli Türkçesiyle yetişmekte olan genç nesle iyi bir örnek olurdu, kanısındayım.
Emile Zola’sız, Luis Borges’siz ve Franz Kafka’sız 100 Temel Eserin, hep bir yanı eksiktir benim için.
100 Temel Eser’deki bir başka dikkat çeken nokta, çevirilerde yapılan tahribat. Bir sanat eserinin çevirmenliğinde yapılan kasıtlı hata, bana göre intihal kadar kötüdür. Benzer hata birden fazla eserde bulunuyorsa eğer, yapılan kasıttın hangi amaca hizmet ettiğini de sorgulamak gerekir.

9 Şubat 2012

SÜRÜDEN AYRILANI KURT MU KAPACAK?

Ne kadar çok benzer olduk birbirimize. Giyim tarzlarımızdan tutun da, okuduğumuz kitaplara, seyrettiğimiz filmlere kadar her şey aynı.

Kurduğumuz cümleler, konuştuğumuz, ilgilendiğimiz konular hep aynı. Peki ya sürekli gittiğimiz restorandan bir türlü vazgeçemeyişimize ne demeli.

Nedendir bu benzerlik? Ya da neden hiç değiştirmeyi dahi düşünmeyişimizin sebebi?

Oysa şikâyet eder dururuz.

Ne kadar monotondur hayat ve ne kadar tekdüze. Hâlbuki biliriz küreselleşiyoruz… Artık hiçbir şey eskisi gibi değil… Kozmopolitlik.. Sanallık, Yapaylık kaplamıştır her yeri… Teknoloji deseniz hat safhada. Bilmeyiz ki değişen onca şeye rağmen biz hep aynı kalmışız.


Gündelik hayatın rutinliği içinde değiştirmek istemediğimiz alışkanlıklarımız bizi öznel olandan, çoğulcu bir kabullenişe itelemiş durumda.

Sürü psikolojisi denilen olgu, her geçen gün ağlarını daha da sağlamlaştırıyor. Birilerinin kabul ettiğini diğeri reddedemiyor. “Sürüden ayrılanı kurt kapar” atasözü geçerliliğini güçlendirmeye devam ediyor.

Sorası geliyor insanın.

Gerçekte var olan; sürüden ayrılma endişesi mi? Yoksa kurda yem olma korkusu mu? Her iki soruda kişisel tercihlere göre cevaplandırılıyor gündelik yaşam içinde. Cevaplarını buluyor bulmasına da yine de sürüden ayrılmayı kimsenin gözü kesmiyor.

Ya ayrılmayı göze alanlar?

Gündelik hayatta hiç farkında olmadığımız bu benzerlikler, alışkanlıklarımız, vazgeçemediğimiz davranış biçimleri ve ön yargılarımızla, aynı ve dar kalıplar içine sıkışıp kalmışız. Bireysellikten uzak, kendi kişiliğine uygun olanı değil, toplumun benimsediğini yapmaya şartlanmış beyinlerimiz.

Sıradanlık; insan doğasına işleyen yapılandırması içinde bireyi, ÖZESİ ALINMIŞ, adeta robotlaştırılmış bir mekanik alete dönüştürüyor. Anahtarlı oyuncak arabalar gibi. Birisi kuruyor anahtarını ve bırakıyor yere. Fıldır fıldır dönüyor normalleşmek adına, kendi öznesinden uzak, sadece sürünün içinde var olabilme çabasıyla.

Bir süre sonra öznesinden uzaklaşan birey, kendi salt düşünce yapısına aykırı düşeni yani toplumun benimsediğini kendi yaşantısına endeksliyor. Ve sürüdeki yeri genel hatlarıyla oluşmuş durumda…

Fakat ne var ki filmin kötü karakteri çobanı kimse hesaba katmıyor. Sürünün olmadığı yerde kendisinin de var olamayacağını fark edemeyen çoban elindeki kavalı, sürüyü avutmak yerine korkutmak için kullanıyor. Sonrasında çoban cengâvere dönüşüyor. Farkındalık yaratan bireyler üstünden, bir “İbret-i âlem” tablosu çıkartıp ortaya, sonrasında küçük çocuğa (toplumu oluşturan bireye) işaret parmağını gösterip “çısss!” yapıyor.

Yaratılmaya çalışılan ideolojik boşluk, sürü üstünde hâkimiyet sağlamakla gerçekleşmez.

Bilimin, kültürün, sanatın ve teknolojinin, anbean kendini yenileyen yapısına katkıda bulunmaktır gerçek hâkimiyet. Ötelemek, ötekileştirmek değil, sahip çıkmaktır. Toplumdan özneye değil. Özneden topluma farkındalık benimsetilmeli. Bu sorunda ancak disiplinler arası entegrasyonla çözümlenebilir.

Her şeye rağmen bilimin ve sanatın hangi dalı olursa olsun yaratıcılığın yaptırımıyla, yeni fikirler üretebilmek, sizi siz olduğunuz için kabullenmelerini duyumsamak istiyorsunuz içinizde. Fakat içine girmeniz gereken kalıplar hazırdır. Zırhla çevrilmiş bu kalıplar, sizin dış dünyadan iç âleminize yapacağınız yolculuğa dahi aman vermez. Çünkü artık öznesi alınmış, o sürünün bir üyesi olmuşsunuzdur. Tercihlerinizin alternatifi yoktur. Gücünüz ve güveniniz kelepçelenmiştir.

Yargıdaki çarpıklıklar demokrasideki tezatlık ve eğitimdeki tıkanıklık ile cevabını bekleyen onca soru hep aynı sistemin ürünüdür.

Geleneksel olanın toplumda kabul görmesi de benzer imgeler içermektedir. Bundan dolayıdır töre ve namus uğruna nice canların alınması. Ne, Güldünya’nın hastane odasında katledilmesini ne de Medine’nin canlı canlı toprağa gömülmesini değişmeyen zihniyet yadırgamaz. Ya da birçokları etkilemez, Yargıtay’dan çıkan “Rızası vardı” kararının mağduru Rumuz N.Ç. trajedisiyle.

Ulus olarak toplumsal çöküntünün hat safhaya ulaştığı aylardayız. Girdaba sürükleniyoruz birlikte. Henüz o derin boşluğuna düşmeden, tüm şartlanmalardan arınmış, rehberlik edecek kılavuzu dinlemektir yapmamız gereken. İç sesimizi

6 Aralık 2011

ÖLÜM VE ÖLÜMSÜZLÜK ÜZERİNE....

Kapanır devrin kadınlarına görkemli bölüm
Yaz bahçelerinde hoyrat bir rüzgârdır ölüm
...


Ayşe KULİN’in, Füreya adlı kitabından alıntıdır bu dizeler.
Her insan farklı yaşayıp adlandırır ölüm acısını. Ölümün ruhuna verdiği tahribatı ve hayata yansımalarını.
Belki de tek ortak nokta “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” düşüncesidir. Çünkü her ölüm yeri doldurulamayan bir yok oluş hikayesidir.
Neler yazılıp çizilmedi ki ölümle ilgi, fakat hiçbir tanım ya da betimleme ölüm acısını anlatmaya kafi gelmedi. Yüreğe çökeni çıkartamadı. Kelimelerin kifayetsizliği, ölümün geri dönülmezliğinde gizlenir çünkü. Naçar kalır yürekler... Sorgularken ölümün yaşattıklarını, bir anda geçmişte buluverir insan kendini. Kokusunu duyar, hissedersiniz.
Sanatçıysa ölen, eserlerinde yaşar adı yıllar boyu. Ölümsüzlüğü yakıştırır sanatçı kimliği ona. Peki ya çevresi... yakınları.... Onlar için bu gerçek bir avuntu olur mu bilinmez. Fakat bir de ölümü kendi seçen sanatçılar var ki, insan neden diye sormadan edemiyor. ‘Neden?’ diyorsunuz, duyup, öğrenince. Sanki çok tanıdık biriymiş gibi ölen... Oysa daha insanlığa neler sunabilirdiniz, yaşasaydınız.
Virginia WOLLF ölümü seçip kendini nehrin sularına bıraktığında geriye bir çok eser bırakmıştı. Fakat acılarına yenik düştü ünlü edebiyatçı. Bana kalırsa; Yazar içinde kopan fırtınaları, yaşamakla ölmek arasındaki seçimini defalarca sorgulamış, kararsızlığını ve neticede zor seçimini yine o nehir kıyısında vermişti.
“Kendine Ait Bir Oda” isimli kitabını okurken vardım bu kanıya. Sayfalar boyu sürekli nehir kıyısına gidip düşündüğünü defalarca ve ısrarla vurguluyor yazar. Kitabın bu kısımlarını okurken yazarın ölümü çok önceden planladığını düşünmüştüm hep.
John Kennedy Toole, Kitabı “Alıklar Birliği” yayıncılar tarafından basılmayınca deprasyona girip intihar etmişti. Ölümünün ardından basılan kitabı ona bir de, 1981 yılında Pulitzer Ödülünü kazandırmıştı. Sanat ve bilim dünyasından benzer birçok örnek vermek mümkün.
Ölümün kaçınılmaz oluşu bile maalesef intiharı tercih edenler için caydırıcı bir sebep olmuyor.
Yazar olmanın tehlikeli bir boyutudur bu size iki örnekle anlatmak istediğim. Her zaman araftadır yazar kısmı. Dengeyi kaçırdın mı okyanusun o tehlikeli sularına giriverirsiniz hemen. Hayalle gerçek arasında sıkışıp kalır romanda yarattığınız karakter. İkinci sayfa da aniden başka biri olursunuz. Onun gibi düşünen, onun gibi gezen, hatta yiyip içen. Evinizde, arabanızda bir başka karakter canlanır zihninizde.... Sanki o an 2. bir varlık girmiştir bedeninize. Hissedersiniz...
“Yaşamayı ölüm kaygısıyla bulandırıyoruz. Biri dertlendiriyor, öteki korkutuyor bizi.”diyor Montaıgne.
Hangi yaşta ya da ne şekilde gelirse gelsin ölüm hep hazırlıksız yakalar.
Ölüme hazırlanmak diye bir şey var mıdır bilmem. Fakat bir kazanın ardından, ağır bir hastalıkta ya da ameliyat öncesinde ölüm endişesi yaşar insan. Kabullenmese de ölümü, içinde bulunduğu durumun vehminden kaynaklansa gerek şöyle bir gelir geçer aklından.
Ölümün her geçen gün yaklaştığını bilmek bana zaman olgusunun ne kadar değerli olduğunu anımsatır.
Yaşayamadıklarımıza ya da yapamadıklarımıza kaygılanmak ise kendimizden çaldığımız en büyük zamanlardır.
Önemli olan ölüm değildir benim için. Sonrasında arkamızda bıraktığımız izlerdir. Hayata döndürdüğünüz bir hastadır kimi zaman, şimdi görseniz yüzünü bile hatırlayamayacağınız.. Ya da okuttuğunuz bir öğrencidir, saçları iki yana örgülü. Belki de hünerli ellerinizden çıkmış bir resimdir hangi evin duvarını renklendirir bilinmez. Ya da asude bir anıttır park kenarında, bir gece vakti ayyaşın birine gönül yoldaşlığı etmiştir meyhane çıkışı. Belki de sadece bir gülümseyiştir, geride bıraktığınız, boş gönülleri ümitlendiren.
Nasıl sonlanır konusu ölüm olan bir yazı… Hangi temenniler de bulunur insan ölüm üzerine. Dünya döndükçe hiç bitmeyecek ölüm sızısı. İnsanoğlu varoldukca, varolacak ölüm, karşı cephede her daim nöbette….
Yayımlandığı Yer : Kum Edebiyat Dergisi Sayı : 63/2011 Sayfa/42-43

12 Kasım 2011

SÖYLEŞİ VE İMZA GÜNÜ

SÖYLEŞİ VE İMZA GÜNÜ
"TAŞLARLA ADSIZ YAŞAMAK"



TARİH : 26 KASIM 2011 CUMARTESİ
YER : MANİSA BELEDİYESİ KÜLTÜR MERKEZİ
2. KAT LALE FUAYE SALONU/ MANİSA




Manisa Belediyesi ve Manisa Yazarlar ve Sanatçılar Derneği ( MAYSAD) işbirliği ile..