10 Şubat 2012

100 TEMEL ESER VE GENÇLERİMİZ

Milli Eğitim Bakanlığının 100 Temel Eser Listesi uygulamaya konduğu günden bu güne tartışılmaya devam ediyor. Listedeki kitapların her biri kendi alanında yararlı ve edebiyat okumalarında gerekli kitaplar. Fakat söz konusu eğitim çağındaki çocuklar/gençler olduğu zaman listedeki kitaplar arasında hatalı seçimlerin varlığı inkâr edilemez. Listelerin genel anlamda ‘sınırlı sayıda seçenek sunma özelliği’ göz önüne alınacak olursa, bu sınırlı sayıya doğru seçeneklerin oturtulması da bir hayli zordur. Her yıl yüz binlerce kitap piyasaya sürülürken, seçkin okunabilir eser sayılarının her geçen gün azalması edebiyatın geldiği noktayı anlatmaya yetiyor.
Gerçekte durum tüm dünyada aynı. Bunun da tek sebebi, kitap piyasasının kapitalist düzenin yörüngesinde sürüklenişidir. Basılan kitap sayıları arttıkça, edebi kalite düşüyor. Her geçen gün edebiyat, kapitalistmin esaretinde değerini yitirmektedir. Gençlerimiz var olmayan köksüz bir edebiyatın içine hapsedilmeye çalışılmaktadır. Sonuçta, düşünmeye, yargılamaya, eleştirmeye kapalı... Yeni fikirler üretmeye, hedeflerini doğru belirlemeye sınırlandırılmış bir okur oluşmakta. Gelinen bu nokta da, 100 Temel Eser, yapılan yanlış seçimler ile listeye dâhil edilemeyen yazar ve eserlerin varlığıyla önemini daha belirgin hale getiriyor.
Yapılan yanlış tercihler okuma alışkanlığının benimsetilmesinde, seçilen kitabın sadece görev bilincine vararak bitirilmesiyle sınırlı kalacaktır. Oysa okuma alışkanlığının kazandırılmasındaki gaye sağlam temeller üzerine inşa edilmiş, kaliteli bir okur yetiştirmek olmalı. Yani öğrenci görev bilincinden ziyade okumanın zevkine varacağı, elindeki kitabı bitirdikten sonra bir başka kitaba başlayacak olmanın hevesini içinde duyumsamalıdır.100 temel eser listesindeki “Savaş ve Barış” kitabı okuyan ya da okumaya çalışan bir öğrenci akabinde hangi kitabı okumaya heves edebilir ki? Kitap 4 cilt, sayfa sayısı ise 2000’in üzerinde. Oysa Tolstoy yaşadığı yıllarda yazdığı her romanla Rusya’da fırtınalar estiren bir yazardır. Cemil Meriç’in kaleminin gücünü her zaman savunmuşumdur. Fakat çoğunluğu Julnal’dan alıntıların oluşturduğu, ümitsizlik ve buram buram kasvet kokan ideolojik bir deneme türüdür 'Bu Ülke' adlı eseri.
Ülkemizde, yazar, kitap ve okur üçlüsü arasında ilginç bir bağ vardır her zaman. Okuduğu satırlarda kendinden bir şeyler bulmak ister bizim insanımız. Kimi zaman yabancısı olduğu hayatlara tanıklık ederken, bilmediği farklı coğrafyada, iklimde ya da kültürde, kendi düşünce ve his dünyasında yaşadıklarını keşfeder, kimi zaman da kendi insanına, toprağına ne denli yabancı olduğunu duyumsar iç dünyasında. Önce kendi aksini arar sarı sayfalar üzerinde, sonra da kendini o dünyaya sürükleyen yazarı. Ortak paydaları olur mutluluk ve hüzün. Bundandır –klasikler- kavramının aslında sıradanlığı çoktan aşıp başyapıta dönüşmesindeki sırrı. 100 Temel Eser’in seçimi sırasında yaşayan yazarlara yer vermeme kuralı, ancak ölümünden sonra kadri kıymeti bilinen edebiyat ve sanat dünyasının birçok ismini hatırlattı bana. Oysa Anadolu insanını Yaşar Kemal’in ‘İnce Mehmet’te anlattığı gibi kim dile getirebilir ki başka.
Kemal Tahir’in Türk Dil Kurumu ödüllü ‘Devlet Ana’ adlı romanı da dengeli Türkçesiyle yetişmekte olan genç nesle iyi bir örnek olurdu, kanısındayım.
Emile Zola’sız, Luis Borges’siz ve Franz Kafka’sız 100 Temel Eserin, hep bir yanı eksiktir benim için.
100 Temel Eser’deki bir başka dikkat çeken nokta, çevirilerde yapılan tahribat. Bir sanat eserinin çevirmenliğinde yapılan kasıtlı hata, bana göre intihal kadar kötüdür. Benzer hata birden fazla eserde bulunuyorsa eğer, yapılan kasıttın hangi amaca hizmet ettiğini de sorgulamak gerekir.

9 Şubat 2012

SÜRÜDEN AYRILANI KURT MU KAPACAK?

Ne kadar çok benzer olduk birbirimize. Giyim tarzlarımızdan tutun da, okuduğumuz kitaplara, seyrettiğimiz filmlere kadar her şey aynı.

Kurduğumuz cümleler, konuştuğumuz, ilgilendiğimiz konular hep aynı. Peki ya sürekli gittiğimiz restorandan bir türlü vazgeçemeyişimize ne demeli.

Nedendir bu benzerlik? Ya da neden hiç değiştirmeyi dahi düşünmeyişimizin sebebi?

Oysa şikâyet eder dururuz.

Ne kadar monotondur hayat ve ne kadar tekdüze. Hâlbuki biliriz küreselleşiyoruz… Artık hiçbir şey eskisi gibi değil… Kozmopolitlik.. Sanallık, Yapaylık kaplamıştır her yeri… Teknoloji deseniz hat safhada. Bilmeyiz ki değişen onca şeye rağmen biz hep aynı kalmışız.


Gündelik hayatın rutinliği içinde değiştirmek istemediğimiz alışkanlıklarımız bizi öznel olandan, çoğulcu bir kabullenişe itelemiş durumda.

Sürü psikolojisi denilen olgu, her geçen gün ağlarını daha da sağlamlaştırıyor. Birilerinin kabul ettiğini diğeri reddedemiyor. “Sürüden ayrılanı kurt kapar” atasözü geçerliliğini güçlendirmeye devam ediyor.

Sorası geliyor insanın.

Gerçekte var olan; sürüden ayrılma endişesi mi? Yoksa kurda yem olma korkusu mu? Her iki soruda kişisel tercihlere göre cevaplandırılıyor gündelik yaşam içinde. Cevaplarını buluyor bulmasına da yine de sürüden ayrılmayı kimsenin gözü kesmiyor.

Ya ayrılmayı göze alanlar?

Gündelik hayatta hiç farkında olmadığımız bu benzerlikler, alışkanlıklarımız, vazgeçemediğimiz davranış biçimleri ve ön yargılarımızla, aynı ve dar kalıplar içine sıkışıp kalmışız. Bireysellikten uzak, kendi kişiliğine uygun olanı değil, toplumun benimsediğini yapmaya şartlanmış beyinlerimiz.

Sıradanlık; insan doğasına işleyen yapılandırması içinde bireyi, ÖZESİ ALINMIŞ, adeta robotlaştırılmış bir mekanik alete dönüştürüyor. Anahtarlı oyuncak arabalar gibi. Birisi kuruyor anahtarını ve bırakıyor yere. Fıldır fıldır dönüyor normalleşmek adına, kendi öznesinden uzak, sadece sürünün içinde var olabilme çabasıyla.

Bir süre sonra öznesinden uzaklaşan birey, kendi salt düşünce yapısına aykırı düşeni yani toplumun benimsediğini kendi yaşantısına endeksliyor. Ve sürüdeki yeri genel hatlarıyla oluşmuş durumda…

Fakat ne var ki filmin kötü karakteri çobanı kimse hesaba katmıyor. Sürünün olmadığı yerde kendisinin de var olamayacağını fark edemeyen çoban elindeki kavalı, sürüyü avutmak yerine korkutmak için kullanıyor. Sonrasında çoban cengâvere dönüşüyor. Farkındalık yaratan bireyler üstünden, bir “İbret-i âlem” tablosu çıkartıp ortaya, sonrasında küçük çocuğa (toplumu oluşturan bireye) işaret parmağını gösterip “çısss!” yapıyor.

Yaratılmaya çalışılan ideolojik boşluk, sürü üstünde hâkimiyet sağlamakla gerçekleşmez.

Bilimin, kültürün, sanatın ve teknolojinin, anbean kendini yenileyen yapısına katkıda bulunmaktır gerçek hâkimiyet. Ötelemek, ötekileştirmek değil, sahip çıkmaktır. Toplumdan özneye değil. Özneden topluma farkındalık benimsetilmeli. Bu sorunda ancak disiplinler arası entegrasyonla çözümlenebilir.

Her şeye rağmen bilimin ve sanatın hangi dalı olursa olsun yaratıcılığın yaptırımıyla, yeni fikirler üretebilmek, sizi siz olduğunuz için kabullenmelerini duyumsamak istiyorsunuz içinizde. Fakat içine girmeniz gereken kalıplar hazırdır. Zırhla çevrilmiş bu kalıplar, sizin dış dünyadan iç âleminize yapacağınız yolculuğa dahi aman vermez. Çünkü artık öznesi alınmış, o sürünün bir üyesi olmuşsunuzdur. Tercihlerinizin alternatifi yoktur. Gücünüz ve güveniniz kelepçelenmiştir.

Yargıdaki çarpıklıklar demokrasideki tezatlık ve eğitimdeki tıkanıklık ile cevabını bekleyen onca soru hep aynı sistemin ürünüdür.

Geleneksel olanın toplumda kabul görmesi de benzer imgeler içermektedir. Bundan dolayıdır töre ve namus uğruna nice canların alınması. Ne, Güldünya’nın hastane odasında katledilmesini ne de Medine’nin canlı canlı toprağa gömülmesini değişmeyen zihniyet yadırgamaz. Ya da birçokları etkilemez, Yargıtay’dan çıkan “Rızası vardı” kararının mağduru Rumuz N.Ç. trajedisiyle.

Ulus olarak toplumsal çöküntünün hat safhaya ulaştığı aylardayız. Girdaba sürükleniyoruz birlikte. Henüz o derin boşluğuna düşmeden, tüm şartlanmalardan arınmış, rehberlik edecek kılavuzu dinlemektir yapmamız gereken. İç sesimizi

6 Aralık 2011

ÖLÜM VE ÖLÜMSÜZLÜK ÜZERİNE....

Kapanır devrin kadınlarına görkemli bölüm
Yaz bahçelerinde hoyrat bir rüzgârdır ölüm
...


Ayşe KULİN’in, Füreya adlı kitabından alıntıdır bu dizeler.
Her insan farklı yaşayıp adlandırır ölüm acısını. Ölümün ruhuna verdiği tahribatı ve hayata yansımalarını.
Belki de tek ortak nokta “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” düşüncesidir. Çünkü her ölüm yeri doldurulamayan bir yok oluş hikayesidir.
Neler yazılıp çizilmedi ki ölümle ilgi, fakat hiçbir tanım ya da betimleme ölüm acısını anlatmaya kafi gelmedi. Yüreğe çökeni çıkartamadı. Kelimelerin kifayetsizliği, ölümün geri dönülmezliğinde gizlenir çünkü. Naçar kalır yürekler... Sorgularken ölümün yaşattıklarını, bir anda geçmişte buluverir insan kendini. Kokusunu duyar, hissedersiniz.
Sanatçıysa ölen, eserlerinde yaşar adı yıllar boyu. Ölümsüzlüğü yakıştırır sanatçı kimliği ona. Peki ya çevresi... yakınları.... Onlar için bu gerçek bir avuntu olur mu bilinmez. Fakat bir de ölümü kendi seçen sanatçılar var ki, insan neden diye sormadan edemiyor. ‘Neden?’ diyorsunuz, duyup, öğrenince. Sanki çok tanıdık biriymiş gibi ölen... Oysa daha insanlığa neler sunabilirdiniz, yaşasaydınız.
Virginia WOLLF ölümü seçip kendini nehrin sularına bıraktığında geriye bir çok eser bırakmıştı. Fakat acılarına yenik düştü ünlü edebiyatçı. Bana kalırsa; Yazar içinde kopan fırtınaları, yaşamakla ölmek arasındaki seçimini defalarca sorgulamış, kararsızlığını ve neticede zor seçimini yine o nehir kıyısında vermişti.
“Kendine Ait Bir Oda” isimli kitabını okurken vardım bu kanıya. Sayfalar boyu sürekli nehir kıyısına gidip düşündüğünü defalarca ve ısrarla vurguluyor yazar. Kitabın bu kısımlarını okurken yazarın ölümü çok önceden planladığını düşünmüştüm hep.
John Kennedy Toole, Kitabı “Alıklar Birliği” yayıncılar tarafından basılmayınca deprasyona girip intihar etmişti. Ölümünün ardından basılan kitabı ona bir de, 1981 yılında Pulitzer Ödülünü kazandırmıştı. Sanat ve bilim dünyasından benzer birçok örnek vermek mümkün.
Ölümün kaçınılmaz oluşu bile maalesef intiharı tercih edenler için caydırıcı bir sebep olmuyor.
Yazar olmanın tehlikeli bir boyutudur bu size iki örnekle anlatmak istediğim. Her zaman araftadır yazar kısmı. Dengeyi kaçırdın mı okyanusun o tehlikeli sularına giriverirsiniz hemen. Hayalle gerçek arasında sıkışıp kalır romanda yarattığınız karakter. İkinci sayfa da aniden başka biri olursunuz. Onun gibi düşünen, onun gibi gezen, hatta yiyip içen. Evinizde, arabanızda bir başka karakter canlanır zihninizde.... Sanki o an 2. bir varlık girmiştir bedeninize. Hissedersiniz...
“Yaşamayı ölüm kaygısıyla bulandırıyoruz. Biri dertlendiriyor, öteki korkutuyor bizi.”diyor Montaıgne.
Hangi yaşta ya da ne şekilde gelirse gelsin ölüm hep hazırlıksız yakalar.
Ölüme hazırlanmak diye bir şey var mıdır bilmem. Fakat bir kazanın ardından, ağır bir hastalıkta ya da ameliyat öncesinde ölüm endişesi yaşar insan. Kabullenmese de ölümü, içinde bulunduğu durumun vehminden kaynaklansa gerek şöyle bir gelir geçer aklından.
Ölümün her geçen gün yaklaştığını bilmek bana zaman olgusunun ne kadar değerli olduğunu anımsatır.
Yaşayamadıklarımıza ya da yapamadıklarımıza kaygılanmak ise kendimizden çaldığımız en büyük zamanlardır.
Önemli olan ölüm değildir benim için. Sonrasında arkamızda bıraktığımız izlerdir. Hayata döndürdüğünüz bir hastadır kimi zaman, şimdi görseniz yüzünü bile hatırlayamayacağınız.. Ya da okuttuğunuz bir öğrencidir, saçları iki yana örgülü. Belki de hünerli ellerinizden çıkmış bir resimdir hangi evin duvarını renklendirir bilinmez. Ya da asude bir anıttır park kenarında, bir gece vakti ayyaşın birine gönül yoldaşlığı etmiştir meyhane çıkışı. Belki de sadece bir gülümseyiştir, geride bıraktığınız, boş gönülleri ümitlendiren.
Nasıl sonlanır konusu ölüm olan bir yazı… Hangi temenniler de bulunur insan ölüm üzerine. Dünya döndükçe hiç bitmeyecek ölüm sızısı. İnsanoğlu varoldukca, varolacak ölüm, karşı cephede her daim nöbette….
Yayımlandığı Yer : Kum Edebiyat Dergisi Sayı : 63/2011 Sayfa/42-43

12 Kasım 2011

SÖYLEŞİ VE İMZA GÜNÜ

SÖYLEŞİ VE İMZA GÜNÜ
"TAŞLARLA ADSIZ YAŞAMAK"



TARİH : 26 KASIM 2011 CUMARTESİ
YER : MANİSA BELEDİYESİ KÜLTÜR MERKEZİ
2. KAT LALE FUAYE SALONU/ MANİSA




Manisa Belediyesi ve Manisa Yazarlar ve Sanatçılar Derneği ( MAYSAD) işbirliği ile..








17 Eylül 2011

TAŞLARLA ADSIZ YAŞAMAK



2010 İLESAM-AKÇAĞ ROMAN ÖDÜLÜ alan kitabım TAŞLARLA ADSIZ YAŞAMAK yayınlandı.

Sizin hiç Serebral Palsi'li çocuğunuz oldu mu?
Bir ailenin iki kuşak yaşamı ve hatanın bedeli....
Kararsızlık bir süreçti. Kısa tutmak, derin düşünmek gerekirdi. Derinliğin ölçütünü insanlar belirlerdi. Ya rahatça yüzüp geçeceksin karşı kıyıya. Bu senin zaferin olacak. Ya da boğulup batacaksın diplere doğru, çırpına çırpına, Nefesin bir gidip bir gelecek önce. Soluksuz kalacaksın. Vücudunun ağırlığı çırpınışlarını kesecek. İki misli olacak bedenin suyun altında, hissedeceksin. Anlayacaksın ki o zaman bazı hataların dönüşü yok. Bu son kaçınılmaz olan sondur.
Ve bir kadın... Mitolojiden tasavvufa noratik sapmaların kişiliğine yer ettiği yaşamında sadece taşlar ve oğlu vardı.
Kadın büyük saksının içindeki taşları sopayla karıştırmaya başladı. Gücü yetersiz kalıyor kuvveti sinmiyordu. Bıraktı karıştırmayı. Derin bir nefes aldı. Dudakları kımıldadı hafiften. Tekrar karıştırmaya başladı. Karıştırdı… O karıştırdıkça bir ısı yükseldi saksıdan. Isıyla birlikte bir ışık.
Saç diplerinden iki damla süzüldü şakaklarına. Damlalardan biri yanağında dağıldı. Ötekisi çenesine doğru indi. Soğuk iki damla…. Hal-i ruhaniyesi gibi sakin, telaşsız kayıp gittiler. Telaşsız ve sabırlı. Bir üçüncü damla indi arkadan oda dağıldı yanağında, dağılıp yayıldı yüzünde. Bir zerrede dudağına bulaştı. Diliyle dokundu bulaşana, tuzlu bir tad yayıldı ağzının içinde. Var gücüyle dayandı sopaya! Sonra fısıldadı kadın;.....


25 Nisan 2011

İLESAM VE AKÇAĞ ROMAN-HİKÂYE VE ŞİİR (KİTAP DOSYASI)YARIŞMASI TÜRKİYE İKİNCİLİĞİ



İLESAM VE AKÇAĞ

ROMAN-HİKÂYE VE ŞİİR (KİTAP DOSYASI)YARIŞMASI



Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sahipleri Meslek Birliği (İLESAM) ve AKÇAĞ Yayınevi, tarafından düzenlenen 2010 İLESAM VE AKÇAĞ ROMAN-HİKÂYE VE ŞİİR (KİTAP DOSYASI)YARIŞMASI’ da Roman dalında Türkiye 2.’ Liği

Ödül töreni : 2 Nisan 2011 Cumartesi Günü Ankara 5. Kitap Fuarı Atatürk Kültür Merkezi AKM’de yapılan yapıldı.