12 Kasım 2011

SÖYLEŞİ VE İMZA GÜNÜ

SÖYLEŞİ VE İMZA GÜNÜ
"TAŞLARLA ADSIZ YAŞAMAK"



TARİH : 26 KASIM 2011 CUMARTESİ
YER : MANİSA BELEDİYESİ KÜLTÜR MERKEZİ
2. KAT LALE FUAYE SALONU/ MANİSA




Manisa Belediyesi ve Manisa Yazarlar ve Sanatçılar Derneği ( MAYSAD) işbirliği ile..








17 Eylül 2011

TAŞLARLA ADSIZ YAŞAMAK



2010 İLESAM-AKÇAĞ ROMAN ÖDÜLÜ alan kitabım TAŞLARLA ADSIZ YAŞAMAK yayınlandı.

Sizin hiç Serebral Palsi'li çocuğunuz oldu mu?
Bir ailenin iki kuşak yaşamı ve hatanın bedeli....
Kararsızlık bir süreçti. Kısa tutmak, derin düşünmek gerekirdi. Derinliğin ölçütünü insanlar belirlerdi. Ya rahatça yüzüp geçeceksin karşı kıyıya. Bu senin zaferin olacak. Ya da boğulup batacaksın diplere doğru, çırpına çırpına, Nefesin bir gidip bir gelecek önce. Soluksuz kalacaksın. Vücudunun ağırlığı çırpınışlarını kesecek. İki misli olacak bedenin suyun altında, hissedeceksin. Anlayacaksın ki o zaman bazı hataların dönüşü yok. Bu son kaçınılmaz olan sondur.
Ve bir kadın... Mitolojiden tasavvufa noratik sapmaların kişiliğine yer ettiği yaşamında sadece taşlar ve oğlu vardı.
Kadın büyük saksının içindeki taşları sopayla karıştırmaya başladı. Gücü yetersiz kalıyor kuvveti sinmiyordu. Bıraktı karıştırmayı. Derin bir nefes aldı. Dudakları kımıldadı hafiften. Tekrar karıştırmaya başladı. Karıştırdı… O karıştırdıkça bir ısı yükseldi saksıdan. Isıyla birlikte bir ışık.
Saç diplerinden iki damla süzüldü şakaklarına. Damlalardan biri yanağında dağıldı. Ötekisi çenesine doğru indi. Soğuk iki damla…. Hal-i ruhaniyesi gibi sakin, telaşsız kayıp gittiler. Telaşsız ve sabırlı. Bir üçüncü damla indi arkadan oda dağıldı yanağında, dağılıp yayıldı yüzünde. Bir zerrede dudağına bulaştı. Diliyle dokundu bulaşana, tuzlu bir tad yayıldı ağzının içinde. Var gücüyle dayandı sopaya! Sonra fısıldadı kadın;.....


25 Nisan 2011

İLESAM VE AKÇAĞ ROMAN-HİKÂYE VE ŞİİR (KİTAP DOSYASI)YARIŞMASI TÜRKİYE İKİNCİLİĞİ



İLESAM VE AKÇAĞ

ROMAN-HİKÂYE VE ŞİİR (KİTAP DOSYASI)YARIŞMASI



Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sahipleri Meslek Birliği (İLESAM) ve AKÇAĞ Yayınevi, tarafından düzenlenen 2010 İLESAM VE AKÇAĞ ROMAN-HİKÂYE VE ŞİİR (KİTAP DOSYASI)YARIŞMASI’ da Roman dalında Türkiye 2.’ Liği

Ödül töreni : 2 Nisan 2011 Cumartesi Günü Ankara 5. Kitap Fuarı Atatürk Kültür Merkezi AKM’de yapılan yapıldı.

























24 Nisan 2011

TÜRKİYE İLİM VE EDEBİYAT ESERLERİ MESLEKLER BİRLİĞİ (İLESAM) VE AKÇAĞ YARIŞMASI





İLESAM VE AKÇAĞ YARIŞMASININ ÖDÜL TÖRENİ AKM’DE YAPILDI
İLESAM VE AKÇAĞ YAYINEVİNİN DÜZENLEDİĞİ ROMAN-HİKÂYE VE ŞİİR ALANINDAKİ KİTAP DOSYASI YARIŞMASININ ÖDÜL TÖRENİ ATATÜRK KÜLTÜR MERKEZİNDE YAPILDI.

Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sahipleri Meslek Birliği (İLESAM) ve AKÇAĞ Yayınevi, Türk Edebiyatına yeni eserler ve isimler kazandırmak, Türk Edebiyatına ve Türk kültürüne hizmet etmek amacıyla 2010 yılında düzenlediği Roman-Hikâye ve Şiir alanında (KİTAP DOSYASI) yarışmasının ödül töreni 5. Kitap Fuarı’nın devam ettiği Atatürk Kültür Merkezi AKM’de yapıldı. Ödül törenine katılanların yoğun takdirleriyle sıcak bir havada gerçekleşen programın sunuculuğunu TRT Ankara Radyosu yapımcılarından Sn. Hakan Yılmaz gerçekleştirdi.

1 Ekim 2010

FAİL ASLINDA HER ZAMAN BİRDEN FAZLA...

KADIN CİNAYETLERİ
Bir süredir basından, İstanbul’da kurulan “Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu”nun faaliyetlerini takip ediyorum. Her kesimden kadının bir araya gelerek oluşturdukları bir platform. İçlerinde cinayete kurban gitmiş kadınların yakınları da var. İstanbul’un farklı semtlerinde düzenledikleri mitinglerle seslerini duyurmaya çalışıyorlar. Sadece İstanbul’da değil birçok ilde, farklı kadın örgütlerinin meydanlarda aynı amaç için sesleri yükseliyor:
“Kadın cinayetleri durdurulsun istiyoruz!”
Oysa bugüne kadar yapılan araştırmaların %90’ı neden-sonuç ilişkisi üzerine kurulmuş durumdaydı. Kadın cinayetleri en çok hangi toplumlarda, neden işleniyor ve sonuçları... İstatistikler. Veriler... Neticede araştırmadan öte gitmeyen kısır döngü sınırdaki kalın çizgiye takılıp kaldı her zaman. Sınırı hiçbir zaman aşamadı. Birçok araştırma, faaliyetle sonuç ikileminde, çareye götürmeyen tek bilinmeyenli denklem olarak çıktı karşımıza. Girdaba sürükleyen, zamanı yiyip bitiren, daha çok acıyı, daha çok cinayeti açığa çıkaran tek bilinmeyenli bir denklem.
Sonunda toplumun, kanayan yarası olup çıktı her bir cinayet.

Değer bilinci
Max Weber, Toplumsal davranışları belirleyen sebeplerden birisi “davranışın değer-bilinciyle” belirlenmesidir” diyor. Ve bakın buna nasıl açıklık getiriyor; “Kim ‘davranışının doğuracağı neticelere aldırmaksızın sırf vazife, şeref, güzellik, zühd, sadakat ya da her hangi bir dava inancından
dolayı davranışta bulunursa, davranışını, ‘saf değer-bilinciyle’ sergilemiş olur” sonrasında
Weber şöyle devam ediyor; “Değer-bilinçli davranış, hep inanılan ‘ilkelere’ ya da “kişinin kendinden beklenildiğine inandığı ‘taleplere’ uygun davranışlardır.”
Weber’in bu tanımından yola çıkarak; kadın cinayetlerini sosyo-psikolojik boyutta değerlendirmek en doğrusu.
Cinayetlerin daha çok doğuda işlenmesi, batıda ise göç ile gelen aileler arasından çıkması kadın cinayetlerinin daha çok doğu kökenli olduğunu gösteriyor. Yani, töre ve namus cinayetleri.
Cinayeti işleyen fail sonucuna aldırmadan görevini yerine getiriyor. Çünkü istediği ya da ondan beklenilen bu. Sonuçta ‘kahraman’ ilan edilecek. Nitekim de öyle oluyor. Cinayeti işleyen kişilerin asla pişmanlık duymadığını, aileleri, çevreleri tarafından hatta cezaevinde dahi el üstünde tutulduğu, gerçeği cinayetlerin korkunç boyutlarını gün yüzüne çıkarmaya yetiyor.
Toplumun birçok kesiminde geleneğe ve töreye bağlılık, yaşamların beslendiği ana damardır. Bu bağlılığın ve yaptırım gücünün önemi, toplumun kimliğini oluşturmasıdır. Uyum, namus kavramıyla eşdeğerdir.
Kız çocuğunu ebediyen ailesinden, anadan babadan ayıran, kadınların yaşama hakkını erkeklerin eline veren, özgürlüğünü kısıtlayan gelenek.
Kadını bir namus tebası olarak gören, iffeti bacak arasında arayan zihniyet.
İşte kadını, yüklediği görevlerle bir meta haline getiren bu zihniyet, kadının toplumdaki yeri ve duruşunu belirleme de rol oynar. Bu gelenek için de kadın sadece soyun devamı için gerekli olan bir taşıyıcıdır.
Kadının, önemi ve değeri bütün bu normlara göre belirlenir. Onu ölüme götüren, yaşama hakkını elinden alan kurallar ve yasaklarla...
Bugüne kadar çok söylemler yapıldı, kadın cinayetleri üzerine. Yazılar yazılıp, kitaplar yayımlandı. Programlar düzenlendi. Akademik çevrede ya da resmi ve özel ilgili birçok kuruluş açıklamalarda bulundu.
Peki ya sonuç...
Bir bilinmeyenli denklem.
Yapılan araştırmalar da çözüme odaklanan kuruluşlar ise hep hukuk engeline takılıp kaldı.
Yasalar caydırıcı değil...
Halbuki kadın cinayetlerini ön gören toplum, hukuk yasalarını engel olarak görmüyor ki, caydırıcılığına aldansın.
Çareyi sadece hukukta aramak çözüm getirmiyor. Sosyal normların yapılandırdığı, kültürlerin, kendi içlerinde barındırdığı, kural ve yasaklar bütünü, töreler ve gelenekler... İşte hukuk kurallarının birkaç adım önünden giden ve sonu belirleyen gerçek olgular.
Evet, kadın cinayetleri bir kanunun sonucudur. Hiçbir yerde yazılı olmayan kanunun.
Geleneğin ve törenin hüküm sürdüğü yörelerde gelişim ve değişim son derece yavaş ilerler. Dış dünyaya kapalı, kabuğunu kırmaya korkan yapısı için de bu iki olgu; kural ve yasakları azalmadan, gücünden hiçbir şey kaybetmeden kutsanmışlığını sürdürür.
Sosyal normların yapılandırdığı kültürlerin her geçen gün teknoloji de sanatta gelişerek ilerleyen yaşam şartları, söz konusu töre, namus ve kadın olunca duruyor. Belki bin yıldan fazla zamandır yerinde sayıyor aynı zihniyet. Kendilerini dört tarafı kalın siyah duvarlarla örülü yapıya hapsediliyor. Hayallerin, umutların, sevginin, hoşgörünün, birlikteliğin anlamsızlaştığı, bir türlü barınamadığı siyah yapıya.
Ve bir kadın cinayeti... Arkasından bir daha.. Ve, bir cinayet daha, Güldünya’lar, Medine’ler, Şeyma’lar...

İnsanlık suçu
Perde arkasında ailenin ve çevrenin suç ortağı olduğu cinayetler.
Ne faili bir tanedir ne de kurbanı. Yapılan eylemi haklı bulan, destekleyen her erkek failidir bu cinayetlerin. Ve yaşamına ibret olması istenilen, aynı tehdidi, baskıyı üzerinde hissederek yaşayan her kadın kurbandır.
Sadece kadın haklarının, hiçe sayılması değildir bu cinayetler. Kadın örgütlerinin tek başına üstlenmesi gereken bir görev de değildir.
Tamamen insan haklarının çiğnenmesidir!
Bir insanlık suçudur.
Bireyden topluma, toplumdan devlete herkesini görevidir.
Ya işlenen cinayetlerden sonra geri de kalanlar. Analar, babalar, çocuklar...
Önce öldürtüp, sonra ağıtlar yakılır, kimi zaman, kimi zamansa sessiz bir o kadar da sinsice devam eder hayat. Fakat geride kalan parçalanmış ailelerin yaşadığı sosyo-psikolojik gerilim farklı bir boyutta devam eder. Ta ki başka kurban seçilinceye dek... .


YAYINLANDIĞI YER: RADİKAL GAZETESİ 01 EKİM 2010

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalHaberDetay&ArticleID=1021575&Date=01.10.2010&CategoryID=99

8 Haziran 2009

ÖNCE İSTANBUL’U KURTARALIM….

Yanlış anlamayın deprem falan olduğu yok
Sorun aynı sorun…. Yıllardır süre gelen bir türlü çözüm bulanamayan sorun
Göç….
Yıllar boyu özellikle İstanbul’a neden göç edildiğini tartışılır. Fakat asla çözüm bulunmaz. Tek sebep yaşam şartlarının meydana getirdiği maddi kısıtlama mı?
Şuur altına yerleşmiş, metropol şehir de yaşama arzusu olamaz mı? Başka bir ağızla “Büyük şeherde yaşama isteği” Burada amaç yermek, küçük görmek değildir. Her insan istediği yerde yaşama hakkına sahip. Bunu eleştirmekte, yermek kadar kötü.
Genel bakış açısıyla değerlendirildiğinde;
Türkler de göçebe hayatı asırlar öncesine dayanmaktadır. Özellikle Türk Bozkır devletlerinde, değişen iklime ayak uydurabilmek adına konar-göçer yaşam anlayışı benimsenmişti. Altay ve Tanrı dağları ile Orhun bölgesinde yapılan arkeolojik kazılarda; Bozkır Türklerinin kültür anlayışı dahi göç unsurunun ön planda tutulduğu, iklimsel özellikler dikkate alınarak ve taşına bilir malzemeyle sanatsal faaliyetlerde bulunduklarını göstermektedir.
O çağlarda yaşam tarzı olarak benimsenen göç kavramı, asılar geçtikçe sebep sonuç ikileminde farklılık göstermiştir. Bugün Türkiye içinde yaşanan isteğe bağlı göç sorunun yanında uluslar arası zorunlu göç kavramı, dünya genelinde her daim gündemi meşgul etmiştir.
Konuyu, büyük çoğunluğunu göçlerin oluşturduğu İstanbul’un artan nüfusuna getirmek istiyorum.
Aslında sorun sadece İstanbul’un sorunu değil. Tüm büyük kentlerin sorunu. Göç, Türkiye sınırları içinde akıl almaz yükselişini her geçen yıl katlayarak artırıyor.
Bundan 60–65 yıl önce köyden kasabaya göç eden insanımız. Yıllar geçtikçe, Köyden şehre daha sonraki yıllarda ise şehirden şehre akmaya başladı.
Cumhuriyetin ilan edildiği yıllarda köy nüfusu ülkenin %80’ini oluştururken, bu gün göçle gelen değişimle bu oran tam tersine dönmüş durumda.
Türk insanının yaşama bakış açısını kodlara ayırmak gerekiyor. Öznesiyle, paydasıyla ayırmak. Antropolojik yapıları tamamıyla birbirinden farklı çıkacak olan sonuçların, ilk bakışta fark edilemeyen benzerliği düşündürücüdür.
Yıllar önce, yapılan göçlerde terk edilemeyen köylülük zihniyetini ve göç ettiği yerde özkimliğini devam ettirebilme çabası gün yüzüne çıkarken, Göç eden ailelerde bu durum aile ve yakınları arasında içsel ve dışsal çatışmaya dönüşürdü.
Bu gün ise; yaşamlarında önem arz eden sosyal ve kültürel açılımlardan bir çırpıda vazgeçmeyi göze alan, kentli kimliğine zorda olsa adapte olabilen bir göçer görüyoruz.
Farklı iki tarih arasında göçeri bu zorunluluğa iten bakış açısı, sadece yüzeysel birkaç sebeple açıklanamayacak kadar ciddi. İşsizlik, kan davaları, sağlık ve eğitim sorunu şeklinde sıralanıp giden maddeler. Göçerin kabuk değiştiren öz yapısına verilen bahanelerdir sadece.
Hümanist yaklaşımın bir anlamı yok.
Göç ülkemiz de ciddi sorunlara yol açarken, sıralanan başlıkların ardında çözüm arama çabası yetersizliğini sürdürmektedir.
Mesela göçe sebep gösterilen birçok ilde, tarımın geçmiş yıllara göre yüzdelerle ifade edilen oranda azaldığı istatistiklerle kanıtlanmıştır. İnsanlar, kendine ait toprağını işlemek yerine, büyük kente göç etmeyi tercih ediyor. Yani kendi toprağında çalışmak yerine kentteki yevmiye usulü işler daha cazip geliyor. Tercihler arasında hızla artan suç unsuru olaylarda ne yazık ki ilk tercihler arasında yer alıyor.
Göçle gelen bireylerin çoğunluğunu üretken yönünü gösteremeyen, eğitim, yeterlilik ve becerisi olamayan kişiler oluşturmaktadır. Bu nedenle sınırlı sayıdaki çalışma alanlarında da iş bulamaz durumdalar. Bu bağlamda, sorun Türkiye’nin birçok ülkede 3. dünya ülkesi olarak tanınmasına sebep olmaktadır.
Sonuç olarak; Göç alan büyük şehirde artan can ve mal güvenliği kaygısı, çoğalan nüfusun kaliteli yaşamı ne denli düşürdüğü ise sorunun ortak paydasını teşkil ediyor.
Daha önce bahsettiğim gibi sebep sonuç ikileminde gösterilen, işsizlik/iş edinme amaçtan çok araç olarak kullanılıyor.
Büyük şehirde yaşama pahasına tek edilen memleket ve göç edilen şehirdeki işsizlik, bu yerlerdeki artan ve azalan nüfus artışıyla doğru orantıda seyretmekte.
Bütün bunlar sadece isteğe bağlı göçlerle sınırlı değil. Ülkedeki göç sorununun en önemli kısmını geçmişte yaşanan zorunlu göçler oluşturmaktadır. Bu da sorunun ne denli ciddi boyutlarda olduğunu yıllar öncesinden gün yüzüne çıkartmış durumda.
Ülkeler arası göç özellikle II. Dünya savaşından sonra başlamıştır. Bosna Hersek savaşından sonra ortaya çıkan zorunlu göç, bölgede yıllardır sorun olmuştur. Bir dönem Bulgaristan’da yaşayan Türklerin göçe zorlanmasıyla ve Körfez savaşı sonrası mültecilerin Iraktan Türkiye’ye akın etmesi ülkedeki sosyo kültürel ve sosyo ekonomik yapıyı aşındırmıştı.
Avrupa’da ise zorunlu göçle karşı karşıya kalınması aynı sebeplere dayanır.
Özelikle ülkelerdeki kırsal kesimlerde ve savaş sonrası zorunlu göçe zorlanan insanlar, yeni yaşam tarzına adaptasyon zorluğu yaşamakta ve göçte mağduriyetlerin giderilip, önlenmesinde karşılaşılan sorunlara çözüm bulunmamaktadır.
Binlerce insan zorunlu göçle gelen sorunların çözümsüzlüğünü yaşamına sindirmeye çalışmaktadır. AB’ nin ve birçok sivil toplum örgütlerinin zorunlu göçe maruz kalanlar adına başlattıkları çalışmalarla, bir umut ışığı yanmaya başlasa da kesin çözüm getirilmemiştir.
Çözümleme yöntemlerini ve sonuçları, mevcut zorunlu göçler bağlamında izlenmelidir. Yerinde çözüm önerileri bulunmalıdır. Zorunlu göçle gelen sorunlara çözüm aranmaktan ziyade, önleme çalışmaları içinde girilmesi gerekmektedir. Her geçen gün artan göç, kendi başına sorun olmaktan çıkabilir.
AB’nin, NATO ile ortaklaşa düzenleyeceği ırk ve din gibi kavramlardan arındırılmış, sadece insan hakları üzerine kurulu zorunlu göç yasağı genelgeleri çözüm olabilir.

 

Yayınlandığı Yer: Radikal Gazetesi Tartışı-Yorum Sayfası 28/04/2009

 

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetay&ArticleID=933444&Date=08.06.2009&CategoryID=83 

8 Nisan 2009

İÇİNİZDEKİ GİZLİ DÜŞMAN! KISKANÇLIK….

İÇİNİZDEKİ GİZLİ DÜŞMAN! KISKANÇLIK….

Eskiden birlikteliklerin tuzu biberi olarak bakılırdı kıskançlıklara. Bir sevgi gösterisi olarak algılanır, derecesiyle sevginin büyüklüğü ölçülürdü.
“Ne kadar çok seviyor, bak… Nasıl da kıskanıyor..” derken bir zamanlar, bu gün ise kıskançlıklar zehir eder yaşantımızı. Aslanpençesine düşmüşçesine parçalar, önce kalpleri sonra hayatları.
Nasıldır kıskanan kişinin psikolojisi. Onu iç dünyasında dehlize sürükleyen, içindeki irini dışa akıtıp akıtmamakta kararsız kılan ruh hali.
Tıptaki adıyla “Othello Sendromu”. Shekespeare’in ünlü oyunu Othello’dan almış bu adı.
Shekespeare’in dediği gibi “…Kıskançlık beslendiği avla oynayan yeşil gözlü bir canavar” mı? Bilinmez. Fakat Özgüveni o kadar çok gelişmiş ki, sezgilerinin onu yanıltabileceğini hiç aklına dahi getirmiyor. Neden niçin diye sormuyor kendisine. Sadece ben diyor.
Üstünlük kavramını sadece kendisiyle özdeşleştiren, bencil, hükmetmeyi seven, ruhları, bedenleri, kişilikleri esir alan, esir aldığı bedeni duygusal travmalarla işkenceye maruz bırakan gizli bir düşman kıskançlık. Ahtapot misali tüm benliği saran bir yaratık.
Sinsice kana karışan bir zehir kıskançlık. Neden niçin sorularını sordurmaz kendinize. Uzun zaman belki de bir ömür boyu bilmeden yaşarsınız içinizdeki o gizli düşmanla. Fark ettiğinizde varlığını…. İşte o vakit acıtır içinizi.
Belki de iş işten geçmiştir artık. Ya da tam tersi, kendini ele vermek belki bir başlangıçtır kıskançlıkla savaşmak için. Korkusu, kendini kamufle etme yeteneğiyle eş değerdir.
Kıskançlığın hüküm sürdüğü ilişkilerde zaman ilerledikçe şüphe ve kuruntular baş gösterir.
Telefonla aradığımızda karşımızdaki kişiye yöneltilen ilk söz genelde “Neredesin?” olur. Aslında arama sebebimiz nerede olduğunu öğrenmek değildir. Hatta “Onu ne kadar çok sevdiğinizi” söylemek için aramışsınızdır. Fakat hiç aklınızda bile yokken o sözcük ağzınızdan çıkıverir.
“Neredesin?”
Şuuraltına yerleşmiş merak uyandıran o küçük şüphe tohumlarının asıl sebebi gizli düşmanınızdır. Çünkü o anda nerede ve kiminle olduğu sizde merak uyandırmıştır. Gözle görülemeyen ama teyidi istenilen bir durumu aleyhinize kullanmakta ustadır kıskançlık.
Benzer bazı sözcüklerle arasındaki kan bağı, insan ilişkilerindeki rolünü kimi zaman daha çekilmez kimi zamansa masumane bir hale sokar.
Gıpta etmek, kıskanmak ve haset.
Anlamları birbirinden farklı üç sözcük. Aralarındaki kan bağı ise anlam olarak birbirleriyle karıştırılmasından dolayıdır.
İnsanların zaafları vardır. Sevdiğimiz, vazgeçemediğimiz, sahip olduğumuz ya da olmak istediğimiz zaaflarımız.
“Kıskançlık” sahip olduklarımızın elimizden alınacağı duygusudur. Bir çeşit korku.
“Gıpta etmek” beğenilen bir kişiye benzemek ya da istediğimiz şeye sahip olma isteğidir. İki kelime arasındaki anlam farkı kıskançlığın ürkütücü boyutunu gün yüzüne çıkartmaya yetiyor.
“Haset” ise başkasında var olan fakat kendisinin sahip ol(a)madığı şeye duyulan zaaftır. Haset etmek sahip olduklarından dolayı kişilere beslenen zarar verme dürtüsünü tetikler. Başkasına karşı duyulan hasetlik duygusunun ikincil kişilere verdirdiği zarar söz konusu olduğunda kıskançlık eylemi gözümüze daha masum gözükür.
Kıskançlık, bireylerin hayatının bir döneminde yaşadığı sevgi eksikliğinin dışa yansımasıdır. Kardeşinin kendisinden daha çok sevildiğini düşündüğü çocukluk dönemi. En yakın arkadaşının daha ilgi gördüğü bir gençlik dönemi ya da eski sevgilisiyle arkadaşlığını devam ettiren partnerin varlığı.
Bu güne kadar kıskançlıkla ilgili birçok eser yayınlanmış. Bunların içinde en ilginci Rus yazar Yuri Oleşa’nın “Kıskançlık” adlı romanı. Roman Rusya’da yayınlandıktan bir süre sonra Sovyet düzenine karşı duran bir eser olarak anılmış. Romanın başkahramanları Nikolay Kavalyeros, Andrey Babiçev ve Andrey’in kardeşi İvan’dır. Andrey Ülkedeki mevcut sistemi destekleyen, mesleğinde başarıyla yükselmiş bir yiyecek şirketinde görevli müdürdür. Kendisini kıskanan arkadaşı Nikolay, Andrey’in sistem karşıtı kardeşi İvan ile bir plan yapar. Amaçları onu başarısızlığa sürüklemektir. Planları başarısız olur. Oleşa, romanında kıskançlığın insan psikolojisine verdiği zararları da ironik bir yaklaşımla ele alırken, kıskançlığın kişiden topluma yansıyan etkilerini de belirgin şekilde vurgulamış.
Renè Descartes’e göre ise kıskançlık “Sahip olduklarını koruma isteğinden kaynaklanan bir tür korkudur”. Sahip olduğu şeylerin elinden alınacağını düşünmek kuşkusuz her insanda huzursuzluk yaratır. Burada kıskançlığı bir tür “savunma mekanizmasının devreye girmesi” olarak değerlendirebiliriz.
Aileden gelen yetiştirilme tarzı ve kültürel açılımlara bir de karakteristik özellikler eklendiği zaman kişi kendini bir anda kıskançlığın pençesinde bulur. Gündelik hayatta yaşadığınız olaylar ve o olaylara karşı tutumunuz aslında sizi siz yapan özelliğinizdir.
Kıskançlık duygusunun nüksettiği andaki duygu ve düşüncelerin daha sonraki zamanlarda objektif bir bakış açısıyla analiz etmek gerekir.
Empati yapabilme sanatının yoğun şekilde kullanılması ise çare olabilir. Belki empati yapabilme yetisine herkes sahip olabilir. Fakat sanat kelimesi herkese özgü olmayışının bir ifadesidir. Sanat, ifade yeteneği gerektirir. Beceri, itina ister. Hassasiyet gerekir. Hassasiyet, özveri ve özgüven.
Kıskançlığın ruh halinizi bir boyuttan diğerine taşırken sizde bıraktığı izleri hiç düşündünüz mü?
Hiç kendi canınızı acıttınız mı?
Bilerek, isteyerek belki biraz sadistçe zarar verdiniz mi kendinize.
Birini kıskanmak, kıskanıp bunu kendinize itiraf edebilmek.
İtiraf kolay.
Peki ya kıskançlık huyundan tamamen arınmak.
Sigmund Freud kıskançlığın oluşumunu duyulan acılar üzerinden değerlendirmiş. Kıskançlık üzerine yaptığı araştırmalar ise gerçekten başlı başına bir yazının konusu. Kıskançlıkla ilgili yapılan tüm tanımlamalara Freud’un bir sözü son noktayı koyacak değerde. “Kıskançlık insanın doğasında var olduğu için değil, kaçınılmaz olduğu için evrenseldir”
Kıskançlık duygusuyla baş edebilmenin zorluğu ise bu bilinçaltındaki duygu yoğunluğundan kaynaklanıyor. O an hissedemediğimiz. Fakat bir anda kendinizi o eylemi yaparken bulduğunuz yoğunluk.
Kıskançlığın ülkesi yok. Dini, dili, yaşı, ırkı, cinsiyeti de yok. Bu da kıskançlık sebebinin temel de tek bir nedene dayandığını gösteriyor. Bir çeşit ruhsal bozukluk. Belirli bir ölçütü olmayan, birçok olumsuz duygu, düşünce ve davranışın ana kaynağı. Kimi zaman dışa yansıtılırken, kimi zamansa bireyin kendi iç âleminde mücadelesini verdiği bir yaşanmışlık. Yani tamamen kişisel. Önemli olan kıskançlığın kronikleşmemesi.
Freud’un ve Descartes’ten yola çıkarak “içinizdeki gizli düşmanı”, “kaçınılmaz bir korku” olarak adlandırabiliriz.

25 Şubat 2009 Çarşamba

Yayınlandığı Yer: Maviada Dergisi Bahar 2009 Sayı:13