24 Nisan 2011

TÜRKİYE İLİM VE EDEBİYAT ESERLERİ MESLEKLER BİRLİĞİ (İLESAM) VE AKÇAĞ YARIŞMASI





İLESAM VE AKÇAĞ YARIŞMASININ ÖDÜL TÖRENİ AKM’DE YAPILDI
İLESAM VE AKÇAĞ YAYINEVİNİN DÜZENLEDİĞİ ROMAN-HİKÂYE VE ŞİİR ALANINDAKİ KİTAP DOSYASI YARIŞMASININ ÖDÜL TÖRENİ ATATÜRK KÜLTÜR MERKEZİNDE YAPILDI.

Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sahipleri Meslek Birliği (İLESAM) ve AKÇAĞ Yayınevi, Türk Edebiyatına yeni eserler ve isimler kazandırmak, Türk Edebiyatına ve Türk kültürüne hizmet etmek amacıyla 2010 yılında düzenlediği Roman-Hikâye ve Şiir alanında (KİTAP DOSYASI) yarışmasının ödül töreni 5. Kitap Fuarı’nın devam ettiği Atatürk Kültür Merkezi AKM’de yapıldı. Ödül törenine katılanların yoğun takdirleriyle sıcak bir havada gerçekleşen programın sunuculuğunu TRT Ankara Radyosu yapımcılarından Sn. Hakan Yılmaz gerçekleştirdi.

1 Ekim 2010

FAİL ASLINDA HER ZAMAN BİRDEN FAZLA...

KADIN CİNAYETLERİ
Bir süredir basından, İstanbul’da kurulan “Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu”nun faaliyetlerini takip ediyorum. Her kesimden kadının bir araya gelerek oluşturdukları bir platform. İçlerinde cinayete kurban gitmiş kadınların yakınları da var. İstanbul’un farklı semtlerinde düzenledikleri mitinglerle seslerini duyurmaya çalışıyorlar. Sadece İstanbul’da değil birçok ilde, farklı kadın örgütlerinin meydanlarda aynı amaç için sesleri yükseliyor:
“Kadın cinayetleri durdurulsun istiyoruz!”
Oysa bugüne kadar yapılan araştırmaların %90’ı neden-sonuç ilişkisi üzerine kurulmuş durumdaydı. Kadın cinayetleri en çok hangi toplumlarda, neden işleniyor ve sonuçları... İstatistikler. Veriler... Neticede araştırmadan öte gitmeyen kısır döngü sınırdaki kalın çizgiye takılıp kaldı her zaman. Sınırı hiçbir zaman aşamadı. Birçok araştırma, faaliyetle sonuç ikileminde, çareye götürmeyen tek bilinmeyenli denklem olarak çıktı karşımıza. Girdaba sürükleyen, zamanı yiyip bitiren, daha çok acıyı, daha çok cinayeti açığa çıkaran tek bilinmeyenli bir denklem.
Sonunda toplumun, kanayan yarası olup çıktı her bir cinayet.

Değer bilinci
Max Weber, Toplumsal davranışları belirleyen sebeplerden birisi “davranışın değer-bilinciyle” belirlenmesidir” diyor. Ve bakın buna nasıl açıklık getiriyor; “Kim ‘davranışının doğuracağı neticelere aldırmaksızın sırf vazife, şeref, güzellik, zühd, sadakat ya da her hangi bir dava inancından
dolayı davranışta bulunursa, davranışını, ‘saf değer-bilinciyle’ sergilemiş olur” sonrasında
Weber şöyle devam ediyor; “Değer-bilinçli davranış, hep inanılan ‘ilkelere’ ya da “kişinin kendinden beklenildiğine inandığı ‘taleplere’ uygun davranışlardır.”
Weber’in bu tanımından yola çıkarak; kadın cinayetlerini sosyo-psikolojik boyutta değerlendirmek en doğrusu.
Cinayetlerin daha çok doğuda işlenmesi, batıda ise göç ile gelen aileler arasından çıkması kadın cinayetlerinin daha çok doğu kökenli olduğunu gösteriyor. Yani, töre ve namus cinayetleri.
Cinayeti işleyen fail sonucuna aldırmadan görevini yerine getiriyor. Çünkü istediği ya da ondan beklenilen bu. Sonuçta ‘kahraman’ ilan edilecek. Nitekim de öyle oluyor. Cinayeti işleyen kişilerin asla pişmanlık duymadığını, aileleri, çevreleri tarafından hatta cezaevinde dahi el üstünde tutulduğu, gerçeği cinayetlerin korkunç boyutlarını gün yüzüne çıkarmaya yetiyor.
Toplumun birçok kesiminde geleneğe ve töreye bağlılık, yaşamların beslendiği ana damardır. Bu bağlılığın ve yaptırım gücünün önemi, toplumun kimliğini oluşturmasıdır. Uyum, namus kavramıyla eşdeğerdir.
Kız çocuğunu ebediyen ailesinden, anadan babadan ayıran, kadınların yaşama hakkını erkeklerin eline veren, özgürlüğünü kısıtlayan gelenek.
Kadını bir namus tebası olarak gören, iffeti bacak arasında arayan zihniyet.
İşte kadını, yüklediği görevlerle bir meta haline getiren bu zihniyet, kadının toplumdaki yeri ve duruşunu belirleme de rol oynar. Bu gelenek için de kadın sadece soyun devamı için gerekli olan bir taşıyıcıdır.
Kadının, önemi ve değeri bütün bu normlara göre belirlenir. Onu ölüme götüren, yaşama hakkını elinden alan kurallar ve yasaklarla...
Bugüne kadar çok söylemler yapıldı, kadın cinayetleri üzerine. Yazılar yazılıp, kitaplar yayımlandı. Programlar düzenlendi. Akademik çevrede ya da resmi ve özel ilgili birçok kuruluş açıklamalarda bulundu.
Peki ya sonuç...
Bir bilinmeyenli denklem.
Yapılan araştırmalar da çözüme odaklanan kuruluşlar ise hep hukuk engeline takılıp kaldı.
Yasalar caydırıcı değil...
Halbuki kadın cinayetlerini ön gören toplum, hukuk yasalarını engel olarak görmüyor ki, caydırıcılığına aldansın.
Çareyi sadece hukukta aramak çözüm getirmiyor. Sosyal normların yapılandırdığı, kültürlerin, kendi içlerinde barındırdığı, kural ve yasaklar bütünü, töreler ve gelenekler... İşte hukuk kurallarının birkaç adım önünden giden ve sonu belirleyen gerçek olgular.
Evet, kadın cinayetleri bir kanunun sonucudur. Hiçbir yerde yazılı olmayan kanunun.
Geleneğin ve törenin hüküm sürdüğü yörelerde gelişim ve değişim son derece yavaş ilerler. Dış dünyaya kapalı, kabuğunu kırmaya korkan yapısı için de bu iki olgu; kural ve yasakları azalmadan, gücünden hiçbir şey kaybetmeden kutsanmışlığını sürdürür.
Sosyal normların yapılandırdığı kültürlerin her geçen gün teknoloji de sanatta gelişerek ilerleyen yaşam şartları, söz konusu töre, namus ve kadın olunca duruyor. Belki bin yıldan fazla zamandır yerinde sayıyor aynı zihniyet. Kendilerini dört tarafı kalın siyah duvarlarla örülü yapıya hapsediliyor. Hayallerin, umutların, sevginin, hoşgörünün, birlikteliğin anlamsızlaştığı, bir türlü barınamadığı siyah yapıya.
Ve bir kadın cinayeti... Arkasından bir daha.. Ve, bir cinayet daha, Güldünya’lar, Medine’ler, Şeyma’lar...

İnsanlık suçu
Perde arkasında ailenin ve çevrenin suç ortağı olduğu cinayetler.
Ne faili bir tanedir ne de kurbanı. Yapılan eylemi haklı bulan, destekleyen her erkek failidir bu cinayetlerin. Ve yaşamına ibret olması istenilen, aynı tehdidi, baskıyı üzerinde hissederek yaşayan her kadın kurbandır.
Sadece kadın haklarının, hiçe sayılması değildir bu cinayetler. Kadın örgütlerinin tek başına üstlenmesi gereken bir görev de değildir.
Tamamen insan haklarının çiğnenmesidir!
Bir insanlık suçudur.
Bireyden topluma, toplumdan devlete herkesini görevidir.
Ya işlenen cinayetlerden sonra geri de kalanlar. Analar, babalar, çocuklar...
Önce öldürtüp, sonra ağıtlar yakılır, kimi zaman, kimi zamansa sessiz bir o kadar da sinsice devam eder hayat. Fakat geride kalan parçalanmış ailelerin yaşadığı sosyo-psikolojik gerilim farklı bir boyutta devam eder. Ta ki başka kurban seçilinceye dek... .


YAYINLANDIĞI YER: RADİKAL GAZETESİ 01 EKİM 2010

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalHaberDetay&ArticleID=1021575&Date=01.10.2010&CategoryID=99

8 Haziran 2009

ÖNCE İSTANBUL’U KURTARALIM….

Yanlış anlamayın deprem falan olduğu yok
Sorun aynı sorun…. Yıllardır süre gelen bir türlü çözüm bulanamayan sorun
Göç….
Yıllar boyu özellikle İstanbul’a neden göç edildiğini tartışılır. Fakat asla çözüm bulunmaz. Tek sebep yaşam şartlarının meydana getirdiği maddi kısıtlama mı?
Şuur altına yerleşmiş, metropol şehir de yaşama arzusu olamaz mı? Başka bir ağızla “Büyük şeherde yaşama isteği” Burada amaç yermek, küçük görmek değildir. Her insan istediği yerde yaşama hakkına sahip. Bunu eleştirmekte, yermek kadar kötü.
Genel bakış açısıyla değerlendirildiğinde;
Türkler de göçebe hayatı asırlar öncesine dayanmaktadır. Özellikle Türk Bozkır devletlerinde, değişen iklime ayak uydurabilmek adına konar-göçer yaşam anlayışı benimsenmişti. Altay ve Tanrı dağları ile Orhun bölgesinde yapılan arkeolojik kazılarda; Bozkır Türklerinin kültür anlayışı dahi göç unsurunun ön planda tutulduğu, iklimsel özellikler dikkate alınarak ve taşına bilir malzemeyle sanatsal faaliyetlerde bulunduklarını göstermektedir.
O çağlarda yaşam tarzı olarak benimsenen göç kavramı, asılar geçtikçe sebep sonuç ikileminde farklılık göstermiştir. Bugün Türkiye içinde yaşanan isteğe bağlı göç sorunun yanında uluslar arası zorunlu göç kavramı, dünya genelinde her daim gündemi meşgul etmiştir.
Konuyu, büyük çoğunluğunu göçlerin oluşturduğu İstanbul’un artan nüfusuna getirmek istiyorum.
Aslında sorun sadece İstanbul’un sorunu değil. Tüm büyük kentlerin sorunu. Göç, Türkiye sınırları içinde akıl almaz yükselişini her geçen yıl katlayarak artırıyor.
Bundan 60–65 yıl önce köyden kasabaya göç eden insanımız. Yıllar geçtikçe, Köyden şehre daha sonraki yıllarda ise şehirden şehre akmaya başladı.
Cumhuriyetin ilan edildiği yıllarda köy nüfusu ülkenin %80’ini oluştururken, bu gün göçle gelen değişimle bu oran tam tersine dönmüş durumda.
Türk insanının yaşama bakış açısını kodlara ayırmak gerekiyor. Öznesiyle, paydasıyla ayırmak. Antropolojik yapıları tamamıyla birbirinden farklı çıkacak olan sonuçların, ilk bakışta fark edilemeyen benzerliği düşündürücüdür.
Yıllar önce, yapılan göçlerde terk edilemeyen köylülük zihniyetini ve göç ettiği yerde özkimliğini devam ettirebilme çabası gün yüzüne çıkarken, Göç eden ailelerde bu durum aile ve yakınları arasında içsel ve dışsal çatışmaya dönüşürdü.
Bu gün ise; yaşamlarında önem arz eden sosyal ve kültürel açılımlardan bir çırpıda vazgeçmeyi göze alan, kentli kimliğine zorda olsa adapte olabilen bir göçer görüyoruz.
Farklı iki tarih arasında göçeri bu zorunluluğa iten bakış açısı, sadece yüzeysel birkaç sebeple açıklanamayacak kadar ciddi. İşsizlik, kan davaları, sağlık ve eğitim sorunu şeklinde sıralanıp giden maddeler. Göçerin kabuk değiştiren öz yapısına verilen bahanelerdir sadece.
Hümanist yaklaşımın bir anlamı yok.
Göç ülkemiz de ciddi sorunlara yol açarken, sıralanan başlıkların ardında çözüm arama çabası yetersizliğini sürdürmektedir.
Mesela göçe sebep gösterilen birçok ilde, tarımın geçmiş yıllara göre yüzdelerle ifade edilen oranda azaldığı istatistiklerle kanıtlanmıştır. İnsanlar, kendine ait toprağını işlemek yerine, büyük kente göç etmeyi tercih ediyor. Yani kendi toprağında çalışmak yerine kentteki yevmiye usulü işler daha cazip geliyor. Tercihler arasında hızla artan suç unsuru olaylarda ne yazık ki ilk tercihler arasında yer alıyor.
Göçle gelen bireylerin çoğunluğunu üretken yönünü gösteremeyen, eğitim, yeterlilik ve becerisi olamayan kişiler oluşturmaktadır. Bu nedenle sınırlı sayıdaki çalışma alanlarında da iş bulamaz durumdalar. Bu bağlamda, sorun Türkiye’nin birçok ülkede 3. dünya ülkesi olarak tanınmasına sebep olmaktadır.
Sonuç olarak; Göç alan büyük şehirde artan can ve mal güvenliği kaygısı, çoğalan nüfusun kaliteli yaşamı ne denli düşürdüğü ise sorunun ortak paydasını teşkil ediyor.
Daha önce bahsettiğim gibi sebep sonuç ikileminde gösterilen, işsizlik/iş edinme amaçtan çok araç olarak kullanılıyor.
Büyük şehirde yaşama pahasına tek edilen memleket ve göç edilen şehirdeki işsizlik, bu yerlerdeki artan ve azalan nüfus artışıyla doğru orantıda seyretmekte.
Bütün bunlar sadece isteğe bağlı göçlerle sınırlı değil. Ülkedeki göç sorununun en önemli kısmını geçmişte yaşanan zorunlu göçler oluşturmaktadır. Bu da sorunun ne denli ciddi boyutlarda olduğunu yıllar öncesinden gün yüzüne çıkartmış durumda.
Ülkeler arası göç özellikle II. Dünya savaşından sonra başlamıştır. Bosna Hersek savaşından sonra ortaya çıkan zorunlu göç, bölgede yıllardır sorun olmuştur. Bir dönem Bulgaristan’da yaşayan Türklerin göçe zorlanmasıyla ve Körfez savaşı sonrası mültecilerin Iraktan Türkiye’ye akın etmesi ülkedeki sosyo kültürel ve sosyo ekonomik yapıyı aşındırmıştı.
Avrupa’da ise zorunlu göçle karşı karşıya kalınması aynı sebeplere dayanır.
Özelikle ülkelerdeki kırsal kesimlerde ve savaş sonrası zorunlu göçe zorlanan insanlar, yeni yaşam tarzına adaptasyon zorluğu yaşamakta ve göçte mağduriyetlerin giderilip, önlenmesinde karşılaşılan sorunlara çözüm bulunmamaktadır.
Binlerce insan zorunlu göçle gelen sorunların çözümsüzlüğünü yaşamına sindirmeye çalışmaktadır. AB’ nin ve birçok sivil toplum örgütlerinin zorunlu göçe maruz kalanlar adına başlattıkları çalışmalarla, bir umut ışığı yanmaya başlasa da kesin çözüm getirilmemiştir.
Çözümleme yöntemlerini ve sonuçları, mevcut zorunlu göçler bağlamında izlenmelidir. Yerinde çözüm önerileri bulunmalıdır. Zorunlu göçle gelen sorunlara çözüm aranmaktan ziyade, önleme çalışmaları içinde girilmesi gerekmektedir. Her geçen gün artan göç, kendi başına sorun olmaktan çıkabilir.
AB’nin, NATO ile ortaklaşa düzenleyeceği ırk ve din gibi kavramlardan arındırılmış, sadece insan hakları üzerine kurulu zorunlu göç yasağı genelgeleri çözüm olabilir.

 

Yayınlandığı Yer: Radikal Gazetesi Tartışı-Yorum Sayfası 28/04/2009

 

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetay&ArticleID=933444&Date=08.06.2009&CategoryID=83 

8 Nisan 2009

İÇİNİZDEKİ GİZLİ DÜŞMAN! KISKANÇLIK….

İÇİNİZDEKİ GİZLİ DÜŞMAN! KISKANÇLIK….

Eskiden birlikteliklerin tuzu biberi olarak bakılırdı kıskançlıklara. Bir sevgi gösterisi olarak algılanır, derecesiyle sevginin büyüklüğü ölçülürdü.
“Ne kadar çok seviyor, bak… Nasıl da kıskanıyor..” derken bir zamanlar, bu gün ise kıskançlıklar zehir eder yaşantımızı. Aslanpençesine düşmüşçesine parçalar, önce kalpleri sonra hayatları.
Nasıldır kıskanan kişinin psikolojisi. Onu iç dünyasında dehlize sürükleyen, içindeki irini dışa akıtıp akıtmamakta kararsız kılan ruh hali.
Tıptaki adıyla “Othello Sendromu”. Shekespeare’in ünlü oyunu Othello’dan almış bu adı.
Shekespeare’in dediği gibi “…Kıskançlık beslendiği avla oynayan yeşil gözlü bir canavar” mı? Bilinmez. Fakat Özgüveni o kadar çok gelişmiş ki, sezgilerinin onu yanıltabileceğini hiç aklına dahi getirmiyor. Neden niçin diye sormuyor kendisine. Sadece ben diyor.
Üstünlük kavramını sadece kendisiyle özdeşleştiren, bencil, hükmetmeyi seven, ruhları, bedenleri, kişilikleri esir alan, esir aldığı bedeni duygusal travmalarla işkenceye maruz bırakan gizli bir düşman kıskançlık. Ahtapot misali tüm benliği saran bir yaratık.
Sinsice kana karışan bir zehir kıskançlık. Neden niçin sorularını sordurmaz kendinize. Uzun zaman belki de bir ömür boyu bilmeden yaşarsınız içinizdeki o gizli düşmanla. Fark ettiğinizde varlığını…. İşte o vakit acıtır içinizi.
Belki de iş işten geçmiştir artık. Ya da tam tersi, kendini ele vermek belki bir başlangıçtır kıskançlıkla savaşmak için. Korkusu, kendini kamufle etme yeteneğiyle eş değerdir.
Kıskançlığın hüküm sürdüğü ilişkilerde zaman ilerledikçe şüphe ve kuruntular baş gösterir.
Telefonla aradığımızda karşımızdaki kişiye yöneltilen ilk söz genelde “Neredesin?” olur. Aslında arama sebebimiz nerede olduğunu öğrenmek değildir. Hatta “Onu ne kadar çok sevdiğinizi” söylemek için aramışsınızdır. Fakat hiç aklınızda bile yokken o sözcük ağzınızdan çıkıverir.
“Neredesin?”
Şuuraltına yerleşmiş merak uyandıran o küçük şüphe tohumlarının asıl sebebi gizli düşmanınızdır. Çünkü o anda nerede ve kiminle olduğu sizde merak uyandırmıştır. Gözle görülemeyen ama teyidi istenilen bir durumu aleyhinize kullanmakta ustadır kıskançlık.
Benzer bazı sözcüklerle arasındaki kan bağı, insan ilişkilerindeki rolünü kimi zaman daha çekilmez kimi zamansa masumane bir hale sokar.
Gıpta etmek, kıskanmak ve haset.
Anlamları birbirinden farklı üç sözcük. Aralarındaki kan bağı ise anlam olarak birbirleriyle karıştırılmasından dolayıdır.
İnsanların zaafları vardır. Sevdiğimiz, vazgeçemediğimiz, sahip olduğumuz ya da olmak istediğimiz zaaflarımız.
“Kıskançlık” sahip olduklarımızın elimizden alınacağı duygusudur. Bir çeşit korku.
“Gıpta etmek” beğenilen bir kişiye benzemek ya da istediğimiz şeye sahip olma isteğidir. İki kelime arasındaki anlam farkı kıskançlığın ürkütücü boyutunu gün yüzüne çıkartmaya yetiyor.
“Haset” ise başkasında var olan fakat kendisinin sahip ol(a)madığı şeye duyulan zaaftır. Haset etmek sahip olduklarından dolayı kişilere beslenen zarar verme dürtüsünü tetikler. Başkasına karşı duyulan hasetlik duygusunun ikincil kişilere verdirdiği zarar söz konusu olduğunda kıskançlık eylemi gözümüze daha masum gözükür.
Kıskançlık, bireylerin hayatının bir döneminde yaşadığı sevgi eksikliğinin dışa yansımasıdır. Kardeşinin kendisinden daha çok sevildiğini düşündüğü çocukluk dönemi. En yakın arkadaşının daha ilgi gördüğü bir gençlik dönemi ya da eski sevgilisiyle arkadaşlığını devam ettiren partnerin varlığı.
Bu güne kadar kıskançlıkla ilgili birçok eser yayınlanmış. Bunların içinde en ilginci Rus yazar Yuri Oleşa’nın “Kıskançlık” adlı romanı. Roman Rusya’da yayınlandıktan bir süre sonra Sovyet düzenine karşı duran bir eser olarak anılmış. Romanın başkahramanları Nikolay Kavalyeros, Andrey Babiçev ve Andrey’in kardeşi İvan’dır. Andrey Ülkedeki mevcut sistemi destekleyen, mesleğinde başarıyla yükselmiş bir yiyecek şirketinde görevli müdürdür. Kendisini kıskanan arkadaşı Nikolay, Andrey’in sistem karşıtı kardeşi İvan ile bir plan yapar. Amaçları onu başarısızlığa sürüklemektir. Planları başarısız olur. Oleşa, romanında kıskançlığın insan psikolojisine verdiği zararları da ironik bir yaklaşımla ele alırken, kıskançlığın kişiden topluma yansıyan etkilerini de belirgin şekilde vurgulamış.
Renè Descartes’e göre ise kıskançlık “Sahip olduklarını koruma isteğinden kaynaklanan bir tür korkudur”. Sahip olduğu şeylerin elinden alınacağını düşünmek kuşkusuz her insanda huzursuzluk yaratır. Burada kıskançlığı bir tür “savunma mekanizmasının devreye girmesi” olarak değerlendirebiliriz.
Aileden gelen yetiştirilme tarzı ve kültürel açılımlara bir de karakteristik özellikler eklendiği zaman kişi kendini bir anda kıskançlığın pençesinde bulur. Gündelik hayatta yaşadığınız olaylar ve o olaylara karşı tutumunuz aslında sizi siz yapan özelliğinizdir.
Kıskançlık duygusunun nüksettiği andaki duygu ve düşüncelerin daha sonraki zamanlarda objektif bir bakış açısıyla analiz etmek gerekir.
Empati yapabilme sanatının yoğun şekilde kullanılması ise çare olabilir. Belki empati yapabilme yetisine herkes sahip olabilir. Fakat sanat kelimesi herkese özgü olmayışının bir ifadesidir. Sanat, ifade yeteneği gerektirir. Beceri, itina ister. Hassasiyet gerekir. Hassasiyet, özveri ve özgüven.
Kıskançlığın ruh halinizi bir boyuttan diğerine taşırken sizde bıraktığı izleri hiç düşündünüz mü?
Hiç kendi canınızı acıttınız mı?
Bilerek, isteyerek belki biraz sadistçe zarar verdiniz mi kendinize.
Birini kıskanmak, kıskanıp bunu kendinize itiraf edebilmek.
İtiraf kolay.
Peki ya kıskançlık huyundan tamamen arınmak.
Sigmund Freud kıskançlığın oluşumunu duyulan acılar üzerinden değerlendirmiş. Kıskançlık üzerine yaptığı araştırmalar ise gerçekten başlı başına bir yazının konusu. Kıskançlıkla ilgili yapılan tüm tanımlamalara Freud’un bir sözü son noktayı koyacak değerde. “Kıskançlık insanın doğasında var olduğu için değil, kaçınılmaz olduğu için evrenseldir”
Kıskançlık duygusuyla baş edebilmenin zorluğu ise bu bilinçaltındaki duygu yoğunluğundan kaynaklanıyor. O an hissedemediğimiz. Fakat bir anda kendinizi o eylemi yaparken bulduğunuz yoğunluk.
Kıskançlığın ülkesi yok. Dini, dili, yaşı, ırkı, cinsiyeti de yok. Bu da kıskançlık sebebinin temel de tek bir nedene dayandığını gösteriyor. Bir çeşit ruhsal bozukluk. Belirli bir ölçütü olmayan, birçok olumsuz duygu, düşünce ve davranışın ana kaynağı. Kimi zaman dışa yansıtılırken, kimi zamansa bireyin kendi iç âleminde mücadelesini verdiği bir yaşanmışlık. Yani tamamen kişisel. Önemli olan kıskançlığın kronikleşmemesi.
Freud’un ve Descartes’ten yola çıkarak “içinizdeki gizli düşmanı”, “kaçınılmaz bir korku” olarak adlandırabiliriz.

25 Şubat 2009 Çarşamba

Yayınlandığı Yer: Maviada Dergisi Bahar 2009 Sayı:13

12 Kasım 2008

TABULARIMIZ...

Tabular, bir bakıma yasakların kutsallıkla bağdaştırılmasıdır. Men edilenin mukaddes sayılmasıdır. Düşününce kimi zaman eğlendiren bir kılıfa bürünürken, alternatifleriyle karşılaştırıldığında ise ürkütücü bir hal alır. Tabular hayatı sınırlar, gerçekle hayal arasında sıkışıp kalır insan. Bir tarafta yapmak istedikleri, beklentileri diğer tarafta tabuları
Bilimde teknolojide sanatta bu denli ilerlemişken, hala zihinlerde yerleşmiş tabuların yaşamlara yön vermesi "acaba irdelenen, geçmiş yaşamlar mı?” sorusunu akla getiriyor.
Ya Yıllar önce….
Geçmiş zaman olur ki.... Diye başlamak belki de en doğrusu.
Her yenilik benimsense de alışıla gelmiş olandan vazgeçmek imkânsızdı. Tabularımız her daim güncelliğini korumaktaydı.
Yıllardır süregelen dinsel açılımlar ile gelenek ve göreneklere olan bağlılık, hayatın akışını tek düze fakat çoğu zaman katı kuralcı bir yaklaşımla çiziyordu. Toplum, farklı enstantanelerle gelen yeniliği garipseyerek benimser, karşılaştığı ayrıksı yaklaşımlarda klişe yorumunu yapmadan duramazdı, "Eee. Devir değişti artık"
Şimdi farklı mı?
Tabuların sert, kimi zamansa ürküten kuralları gündelik yaşamlardaki yerini korumaya devam ediyor. Fakat daha üsluplu, taviz götürür, ılımlı yaklaşımlarla ve asla kopmadan.
Tabular yıkılıyor…. Tabular yıkıldı….. denir . Fakat değişen sadece zamandır. Zamanın içinde gidip gelen fikir ayrılıkları tabuları yıkmaktan ziyade önünü perdeler.
Tabuların insan yaşayışlarını nasıl şekillendirdiği, etki ve sonuç ikilemindeki paradoksu; dinsel açılımlarda ve sosyo-kültürel yapıdaki tezahürü analiz edilmelidir.
Tabuların sorun teşkil eden etkilerini iki farklı başlık altında toplamak en doğrusu. Kişisel ve toplumsal tabular.
Kişilik yapılarının belirleyici özellikleri, duygu ve düşünceler, algılama ve davranış biçimleridir. Gelenek ve görenekler, ahlaki değerler ve dinsel inançlar ise evrensel değerlerdir.
Bütün bu kavramlar bireyin, doğumla başlayan süreçte önce aile daha sonra da çevresel faktörlerin yönlendirici etkisiyle karakter yapısını oluşturur. Tabuların şuuraltına yerleşmesi de bu çok bilindik psikolojik ve sosyo-psikolojik yapılandırma sürecinde gerçekleşir. Yokluğunda tüm evrensel değerlerinde yok olacağı ya da zedeleneceği kuşkusu güç kazanır.
Tabular, düşünsel açılımlarla evrensel değerler arasında oluşturulmuş bir köprü vazifesi üstlenirler. İkincil bir seçenek yoktur. Bahsedilen tüm manevi değerler, kutsallık anlayışıyla pekişirken, zihinlerde insan psikolojisini inşaya çalışan bir komuta merkezi oluşur. Düzenek bir ömür boyu fire vermeden çalışmaya devam edecektir.
Bireysel düşünüldüğünde vazgeçilmez gibi görünse de tabuların etkisi topluma uzandıkça kabuk değiştirmeye başlar. Bu değişim toplumdan insana ulaşan bir geri dönüşüm sürecidir. Toplumdan- insana, insandan- topluma dönen çark aynı eksen üzerinde ilerleyişine devam eder.
Ortak yaşamın paylaşılmasında geçerli tüm kurallar bütünü, sosyal yaşantıyı devam ettirebilme zorunluluğu ve sosyal davranışların çözümlenmesinde tabuların yaptırımı ya da men etme gücü maksimum düzeydedir.
Toplumsal gerçeklerin hayatı yaşanır hale getirebilmesi için ikincil bir dünya yaratma metaforu ağır basar. Çelişkiler, uyum sorunu ve zıtlıklar….Ve kişi kendi kaosunu yarattığı anda tabular devreye girmektedir. Yaşanan süreçler anlıktır. Refleks gibi. Kabul gören seçenek –benim tercihim hissi verir. Opsiyonu yoktur.
Tutarlık, paylaşma arzusu ve denge arayışı ile birey kendi zihniyetinde tanımladığı bir dünyada artık daha mutludur.
Toplumlardaki sosyo-psikolojik ve sosyo kültürel değişim, tabuların sosyal antropolojiye olan dayanağını baz alır. Zaman için de değişen dengeler tabularında kimlik değiştirmesine sebep olur.
Kişisel tercihler, sosyal ilişkiler, mesleki yapılanma derken tabuların artarak çoğalan etkisi; Kişi ve toplumdan sonra devlete kadar uzanır.

TABULAR VE ENTELLEKTÜELLER
Yaş, cinsiyet, statü farklılıkları gözetmeksizin her yaşamın içindedir tabular. Ve, hemen hemen her meslek grubunu içine hapsetmiştir.
Başarının sırrı; mesleki prensiplerden geçer. Öncül inanç sistemi, öğrenme, araştırma ve gözlemleme yetisiyle daha da çok beslenir.
Tabular ise bu nokta da arkasına sığınılacak bir siper görevi üstlenir. Gerçeğinden ayırt edilmesi zor, taklitçi ve kamufle etme yeteneği ile yapılanmıştır. “Tabu” olarak adlandırıldığında kabul görülmeyeceği sezgisi güçlüdür. Ne koordinatı vardır, ne de frekansı. Prensip edindiği ilkelerin, realiteden sapmış ve handikaplar arasına sıkıştırılmış tabular olduğunu kabullenmek zordur. Bu meslek anlayışı ile sıçramaya çalışır, fakat asla kendi duvarlarını aşamaz.
Değer yargıları ve etik kurallar tartışılır. Tabular ise asla gün yüzüne çıkmaz.
Entelektüellerde nasibini almıştır tabulardan. Zihinlere yerleşmiş hazır şablonlardan asla kurtaramazlar kendilerini. Türkiye’de iki çeşit entelektüel vardır. Birincisi gözü kara entelektüeller, ikincisi akıllı entelektüeller. Bu noktada hemen soralım. Gözü kara entelektüeller akıllı değil mi? Tabii ki akıllı. Ama burada bahsetmek istenilen akıldan ziyade akıl yordamı.
GÖZÜ KARA ENTELEKTÜEL; Düş ve düşünce dünyası her daim sabit fikirler üzerinde döner durur.
İnandığı, savunduğu, doğruluğundan kesin emin olduğu konuyu hiçbir çekincesi olmadan, korkmadan yılmadan yazar ya da paylaşır. Yazdığının arkasında durur. Ne dilin kemiği vardır. Ne elinin ayarı. Kim eleştirir? kim ne der düşünmez? Sınır tanımaz üslubu, kalemi vardır.
AKILLI ENTELLEKTÜELLER; Onun için önemli olan sadece takdir edilmektir. Eleştirilmek normal gibi gelse de asla tahammül edemez. Yazdığı ya da paylaştığı konu her ne ise mutlaka bir açık kapı bırakır. Belli bir kutba oturtulmaktan korkar. Ne şiş yansın ne kebap misali ortalık yerde gezinir fikirleri. Akıllı oluşları da bu yüzdendir zaten. Kesin yargılar içerse de yazdığı/ paylaştığı konular sınırları yoklamaya çekinir.

TABULAR VE İNANÇLAR
Tabular deyince ilk akla gelen dinsel açılımlardır. Tabular dinsel kriterlerde değil mantalitede aranmalı. Netice de ülkemizde yaşanan. İslam; etnik ve gelenekçi bir kalıba bürünmüştür Dini yaşamanın insana kazandıracağı manevi lezzet düşünülmez. Sınırlar, perdelemeler ya da saptırmalarla din, kendi öz realitesinden uzak, siyasal çizgilerle ya da örgütsel yaklaşımlarla iki tarafa çekiştirilmektedir.
Kişiden topluma artarak çoğalan tabular, bireylere dindeki kimlik arayışını sorgulatır.
Dinde yaşanan kişisel/toplumsal tıkanıklık tabularla aşılmaya çalışırken geri dönüşümü daha çok vicdan muhasebesi olarak ortaya çıkıyor. Neticede İslam dininin, esas ve kaideleri üzerindeki geniş yelpazesi ve hoşgörüsü tabularla sınırlandırılıp, seküler bir kalıba sokulmaya çalışılıyor.
Dinde tabuların yıkılması söz konusu olduğunda, bu toplumda dinin istismar edileceği kuşkusu yaratıyor. Tabular, dinde bireyleri inanç sistemlerine göre farklı ad ve sıfatlarla değerlendirip, sınıflandıran, sınıflandırırken de kimi zaman yargılat(tır)an bir kalıba bürünüyor. Din de yaşanan bu kabuk değiştirme toplum(lar)da dinin nasıl yaşanması gerektiğini bilmekten ziyade dini yaşama uydurma olarak algılanıyor.
Tabuların yaşamlara bu denli hakim olması Ahlaki açılımları, gelenek ve göreneklere bağlılığı, ve değer yargılarını ya tamamen dinle bütünleştirip, birbirinin olmazsa olmazı yapar, yada kişiselleştirerek karakteristik bir kalıba sokar.
İslami kesimde tabuların yokluğu ya da aradan çıkması dinden kopma, dini gereği gibi yaşamaya engel, modernize olmuş toplumlarda ise kaliteli yaşam tarzına vurulmuş darbe olarak görülüyor
İslamı yaşamak ya da modern hayatlar içinde var olmak adına iki kutup arasında yaşanan med cezir bir kaçış sendromu olarak tabuların içine hapsedilmiş durumdadır.
Tabuların etkisi toplumdan devlete kaydıkça, gündelik yaşamda süregelen zıtlıklar da ivme kazanır. Laik ve anti laikler, İslamcılar,dinsel örgütler hatta mezhep farklılıklarından dolayı yaşanan sorunların çözümü topluma mal edilmeye çalışılırken, Devlet her zaman perde arkasını tercih eder. Konuyla yakından alakalı aydınlar ise sessiz sedasız yorumlarını, araştırma ve gözlemlerinin sonucu olarak ortaya çıkarır.
Türkiye’de sosyalleşme çabaları, modernize olmuş yaşam stilleri ile gün yüzüne çıkarken, toplumdaki kutuplaşma ve ayrıksı yaklaşımlar, sosyal ve kültürel yapıları ortak paylaşılan yaşamlara içkin bir o kadar da yabancı kılar.
Siyasi görüş farklılıkları, dinsel açılımlar, ahlaki değerler, gelenek örf ve törelere olan bağlılık, kutuplaşmalara yol açmıştır. Ülke genelinde yaşanan bu ayrıksı yaklaşımlar her siyasi dönemde benzer açılımlarla gün yüzüne çıkmıştır. Benzer fakat farklı adlarla. Kimi zaman sağ ve sol görüşler ya da İslamcı ve laik olarak, kimi zamansa grupları en uç noktalara taşıyan, benzer adlar.
Mana da büyük farklılıklar olsa da yaşamdan beklentiler her zaman aynıdır.
Fakat tabuların ‘kabul görmez’ etkisi dar bir mantıkla sorunlara yaklaşırken, toplumların kendi kültürleriyle var olma çabasını göz ardı eder.
İşte sosyolojinin devreye girmesi gereken nokta tam burası. Toplum bilimcileri, gruplaşmaya sebep olan farklılıkların ortak paydasını en doğru ve kaliteli yaklaşımlarla çözüme ulaştırmalı. Çözümü zıt kutuplarda değil orijinde aramalı.
Tabuların sosyal yaşamlar içinde yarattığı kırılma, toplumlardaki çözünürlük beklentisini hat safhaya çıkarmaktadır. İlgi, öznel olana yönelir.
Toplumdaki kültürel çeşitlilik geniş bir düşünce ikliminde değerlendirilmeli. Sorunsal olana radikal çözümler getirilirken tabuların yaptırımı, ayrıksı yaşamlarda tek tek değil, bir bütün olarak işlenmelidir.

22 Eylül 2008

YETİŞTİRME YURDU ÇOCUKLARI

Boşanma.… Hastalık …. Ölüm….. Ya da bunlara benzer farklı bir sebep.
Ve…, küçük çocuk aileden ayrılıp yaşamına yetiştirme yurdunda devam ediyor.
Yetiştirme yurduna getirilmeden önce başlayan sorunların, psikolojilerinde yarattığı etki karakteristik bozukluğa sebep olur. Her şey bir tarafa aileden ayrı bir yaşam onları beklemektedir.
Kendisiyle benzer geçmişi paylaşan birçok çocuk gibi. Ve, onların her biri artık arkadaşıdır. Kimisi arkadaştan öte. Yaşları aynıdır. Ağladıkları, güldükleri konular aynıdır. Sevinçleri aynıdır. Birbirini anlayan, acıyan yürekleri vardır. Kaderleri birdir…. Dertleri bir…. Ama beraberken dahi yalnızdırlar. Küçük dünyalarında yapayalnız.
Nedir bu yalnızlık….
İnsanları yaşama bağlayan sevgiler vardır. Hayatımızın olmazsa olmazı sevgiler. Kimi zaman paylaşmak istediğimiz, kimi zamansa sadece bize ait olsun istediğimiz sevgiler.
Ya sevgisizlik…..
Yetiştirme yurtlarında kalan çocukların ortak paydasıdır sevgisizlik. En kötüsü paylaşamadıkları ya da karşılığını alamadıkları sevgidir içlerini acıtan. Varla yok arası
Anne babaları olsun olmasın hep bir tarafları yarım, hep bir tarafları eksiktir. Sevgiye, şevkata duydukları özlem yaşıtlarından fazla değildir belki. Hatta çok azına da razı gelirler, ufak bir tebessüm bir anda tüm dünyaları olur.Başkasına uzanan eli kıskanırlar kimi zaman. Boşta kalan ellerine bakıp hayıflanırken gözleri buğulanır.
His dünyasında yaşadığı med-cezir ona hayatı bir kez daha sorgulatır. Her geçen gün artarak devam eden bu sorgulayış, gün gelir tıkanıp kalır bir yerlerde. O artık yetiştirme yurdunda kalan bir bireydir. Çocuk ama çocukluktan uzak bir birey.
Çocuklukla yetişkinlik arasında birey, fiziksel, cinsel, ruhsal yönden kişiliğini oluşturan unsurlarla gelişimini tamamlar. Hayata bakışı ve hazırlanışı bu dönemde olur. Karakteristik özellikleri arasında genetik olmayan yapılandırma hızla ilerlerken his dünyası ağır basar. Artık ya daha hırçın, daha agresiftir. Ya da daha uysal ve içe kapanık.
Yetiştirme yurdunda büyümüş çocukların %90’ı yaşadıkları dönemi karabasan gibi hatırlar. Bilinsin ister. Sevgiye ve şevkata aç yürekleri hiçbir zaman do(y/l)maz. Kimi çocuklar içinse bu bir utanç kaynağıdır. Gurur meselesi yapar. Ailesi yanında büyümüş çocuktan farklı muamele görmek istemez. Girdikleri ortamlarda ya dışlandığını hisseder, ya da asimile edildiğini. Burada açıklık getirilmesi gereken, onlara karşı yaklaşımda bulunurken karşılıklı olarak duyguların istismar edilmemesidir.
Çocuk yuvaları ve yetiştirme yurtları ile ilgili yasa, 24 Mayıs 1983 tarih ve 2828 sayılı SHÇEK yasa ile yenilenmiştir. Bu yenileme de “Koruyucu aile” yöntemi getirilse de; ülkemizdeki sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik şartlar söz konusu olduğunda bu, yeterince başvurulmayan bir yöntemdir.
Yetiştirme yurdunda kalan çocuklarla ilgili birçok akademik çalışma ve yayınlar mevcuttur. Bunların çoğu soruna çözümsel yaklaşsa da, kullanılan ölçekler, klinik çalışmalar ve araştırma teknikleri sadece bilimsel çalışma ve çalışma dizininden öteye gitmemiştir.
Bugün ülkemizde yasaların tanıdığı imkânlar çerçevesinde,Yetiştirme yurtlarında kalan çocuklara, devlet eğitimlerini sürdürebilmeleri için destek vermekte ve iş olanağı sağlamaktadır. Bu imkân gelecek yaşantıları açısından yeterli olsa da yetiştirme yurtları, çocuklara daha çok barınak görevi yapmaktadır.
Geneli ergenlik döneminde olan yetiştirme yurdu çocuğunun, aile içinde büyüyen çocukla eşdeğer bir muamele ile yaşama atılması ya da hazırlanması yurt şartlarında imkânsızdır.
Yetiştirme yurdunda büyüyen çocuğun sorunları dendiğinde birçoklarının aklına “Aile içinde büyüyen çocuğunda sorunları olabilir” şeklinde eleştirisel yaklaşımlı yanıtlar gelebilir. Burada yetiştirme yurdunda büyüyen çocuğun yaşadığı sorunları ve psikolojisinin ayırt edici özelliklerini kodlara ayırmak gerekiyor. En doğru ve en güvenilir çözümleme yöntemlerine ancak bu şekilde ulaşabiliriz.
Yetiştirme yurdunda büyüyen çocuğun yaşadığı içsel ve dışsal sorun ve sıkıntıları ancak bulunduğu ortamda iletişim halinde olduğu kişiler tarafından sonuca ulaştırılabilir.
Yetiştirme yurdunda görevli birçok personel eğitimsiz olarak görev yapmaktadır.Yani sosyal hizmetler uzmanı ve psikologlar dışındaki diğer personel.
Çocuklarla birebir iletişim halinde olan görevlilerin eğitimsiz oluşu, onların –var olan sorunlarını çözmek yerine çoğu zaman daha da karmaşık hale getirebiliyor. Bundan dolayı, yetiştirme yurtlarında görevli personel, pedolojiden pedagojiye kadar bir dizi eğitimden geçirilmeli ve devamı sağlanmalıdır.
Sadece bilimsel yaklaşım ve çözümler onların sorunlarına panzehir olabilir.
Yetiştirme yurtlarındaki mevcut sistemle devlet anlayışı güdülmekte bu da yurt çocuğunun sorununa çare olmamaktadır. Ülkemiz şartlarında yetiştirme yurtlarının daha kaliteli hizmet vermesi kurumun özelleştirilmesi ile mümkündür. Özelleştirilmesinden kasıt tabiî ki taşeronlaştırmak değil, bütünüyle şirketleştirmektir. Böylelikle hem devletin yükü hafifleyecek hem de küreselleşmenin gereği insana verilen değerden bir parçada olsa yurt çocuğu nasibini alacaktır.
Misyon &vizyon ilkesiyle hareket eden şirket anlayışı, uluslar arası hizmet ve kalite arayışı ile yetiştirme yurdu çocuğunu her yönden sağlıklı nesiller haline getirebilir.

1 Haziran 2008

TÜRKÇENİN DÜZGÜN KULLANIMI VE KORUNMASI

Geçmiş yıllara bakıldığında kullanılan Türkçenin zaman içinde nasıl değiştiğini fark etmemek mümkün mü?1930’lu yıllarda konuşulan Türkçe ile 1970’li yıllarda konuşulan Türkçe birbirinden çok farklı. 2000 li yıllarda ise dilin artık iyiden iyiye yabancılaştığı acı bir gerçek.
Hal böyle olunca 45–50 senelik bir yazarın ilk kitabıyla son kitabı arasındaki farkı tahmin etmek hiç de zor değil. Ya da eski bir filmi izlerken duyduğumuz Türkçenin geçen zaman içinde nasıl değiştiğini farketmemek…. Yadırgadığımız o Türkçenin aslında Öz Türkçemiz olduğunu düşündüğümüzde hafiften dudak bükeriz. Bazen hayıflanırız silinip gidişlerine, bazen de gülüp geçeriz artık yabancısı olduğumuz o kelimelere.
Türkçenin ya da genel anlamda DİL’in bu denli değişmesinin sebebi nedir?Konunun burasına gelmeden önce Türk Dil Kurumu’nun bu manada DİL’in tanımını nasıl yaptığına bakalım

1-) İnsanların düşündüklerini ve duyduklarını bildirmek için kelimelerle veya işaretlerle yaptıkları anlaşma, lisan, zeban
2-) Bir çağa, bir gruba, bir yazara özgü söz dağarcığı ve söz dizimi
3-) Belli mesleklere özgü dil: Örneğin; Hukuk dili
TDK’nun sözlüğünde farklı tanımlar da var. Fakat konuyla ilgili önem arz edenler bunlar. Bu kısa tanımların ardından Türkçenin bozulan yapısı ve ne denli yabancılaştığına gelelim.
Dili güzel ve düzgün kullanmak sadece gramer ve diksiyondan ibaret değil. Dil bilmek ve düzgün kullanmak o dilin edebiyatını, kültürel kimliğini bilmekten geçer.
Bir ulusu ayakta tutan milli değerleridir. Bunların başında da dil gelir.
Dil yaşayan bir olgudur. Tıpkı insan gibi….
İnsanoğlu yaşamsal faaliyetini devam ettirebilmek için nasıl her şeyden önce beslenmeye ihtiyaç duyuyorsa, dilde böyledir. Devamını sağlayabilmek için beslenmesi gerekir.
Dil, sahip olduğu kültürle, bilimle, sanatla, dünya üzerine yerleşmiş bütün ilimlerle beslenir. Neticede tüm bu öğeler zaman içinde her daim kendini yenileyen, gücünü ve desteğini birbirinden alan ve birbirine bağımlı kavramlardır.
Tıpkı zincirin halkaları gibi.
Halkalardan biri koptuğunda zincir özelliğini kaybetmez, fakat anlamını yitirir. Eskisi gibi işinize yaramayacaktır. Demek ki bütünlüğünün sağlanması için korunmaya ihtiyacı vardır. Korumak, etrafını zırhla örmek değildir.
Korumak beslenmesine engel olmak, gelişmesini duraklatmak değildir. Korumak sahip çıkmaktır. Kabullenmektir.Türkçenin öz varlığını koruyacağım düşüncesiyle, yalınlaştırmak dilin beslenmesine engel olmaktır.Yani bilimin ve sanatın her kolu anbean kendini besleyerek yenilerken, beraberinde başlıca açıklayıcı ve ifade edici unsur olan dili de besler. Bu da dil’in zaman içinde değişime uğramasına neden olur.Peki, bu değişimin ölçüsü ne olmalı? Ya da bir sınırlama getirilmeli mi?
Lisanda süregelen bu yabancılaşma yüzyıllardır dünya üzerindeki birçok dilde söz konusu. Yani birçok dil birbiriyle iletişim halindedir.
Türkçede de durum aynı. Bu gün Öz Türkçe olarak bilinen kelimelerin büyük bir çoğunluğu sanıldığının aksine, Arapça Farsça ve Fransızca kökenli kelimelerdir.Selçuklular döneminde, ana dil Farsça olarak ilan edilmiş ve özellikle devlet işlerinde tamamen Farsça kullanılmıştır. Farsçanın anadil olarak tam manasıyla kullanımı, Selçuklu devletinin yıkılmasıyla son bulmuştur. Bugün hala kullandığımız Türkçe içinde Farsça kelimelerin olması o dönemden kalmıştır.
Demek ki asırlar sonra dahi dil sürekliliğini koruyabiliyor. Buradan yola çıkarak Türkçedeki yabancılaşmanın zamanla dili tamamen ortadan kaldırdığı, yok ettiği hakkında fikirlerin ileri sürülmesi tamamen yersizdir.Türkiye'nin resmi dili Türkçedir.Farsça örneğindeki gibi ulusun tamamen ortadan kalkması dahi Türkçenin yok olmasına sebep olamaz.
Dil'de önemli olan, konuşulan ya da okunan ile hedefte var olanı hissettirebilmektir.
Dil; toplumsal fenomenlerde amaç, bilimsel fenomenlerde ise araç olarak kullanılır.Eğer dil; besleyici kaynağını farklı kültürlerin dilinden almaya başlarsa, kendisiyle birlikte kültürünü de değiştirir.Dil’in yaşayan bir olgu olarak farklı argümanlardan beslenerek değişime uğraması normaldir. Önemli olan bunun yönünü tayin edebilmek. Dışa değil içe, öze doğru yönlendirmektir. Bu noktada önemli olan değişimin müspet yönde olmasıdır.
Türkçenin yabancılaşması adına, sıfırdan hızla uzaklaşan negatif yönü, popüler kültürün bir eseridir.
Türkçe, canlı tutmaya çalışırken öldüren, güzelleştirmeye çalışırken çirkinleştiren, modernize edeyim derken postmodernliği arattıran bir kalıba sokulmuştur.Türkçenin bu denli bozulmasındaki ana sebeplerden bir diğeri, sözlü ya da yazılı ifadelerde, anlatımın kelimelerde değil fikirlerde gizli olduğunun bilincine varılamamış olmasıdır.Kelimeler sadece araçtır.Düşünce tarzının ve bakış açısının sınırlandırılması ile bilgi, beceri ve deneyim eksikliğinin sebebi, gelişmeyen kültürel yapıda, bilgi dağarcığında, ufkun ne denli alçakta oluşunda aranmamış, bütün bu eksikler kelimelerle kamufle edilmeye çalışılmıştır.Değişim kelimelerle olmaz.Değişim beyinlerde olur. Kelimeler sadece araçtır.Türkçenin korunmasında ve düzgün kullanılmasında kelimelerin ayırt edici özelliği, kelime dağarcığının geniş tutulmasında yatar. Yani birkaç kelime de değil, yüzlerce kelime de.Başta araç olarak belirttiğimiz kelimelerin kullanımdaki çeşitliliği, ifade ve anlatım gücünün önünü açar. Yani kelime hazinesinin genişliği kişideki düşünce ve his dünyasının ne kadar geniş olduğunu ifade eder.Kullanılan kelimelerin çokluğuyla kişi fikirlerini daha kolay beyan eder. Kelimelerin kılıçtan keskin tesiri düşüncelerle birlikte, sevgiyi, nefreti, acıyı, vicdanı, korkuyu, heyecanı da bir ayna misali karşı tarafa yansıtır. Saatlerce yapılan konuşmanın karşılığında kullanılan bir kelime ifade gücünün anlatımdaki ustalığını gün yüzüne çıkartır. Önemli olan alt yapıya sahip olmaktır.
Dilin kullanılmasın da, alt yapıyı sınırlı sayıdaki kelime hazinesi değil, Kültürel geçmişin farkındalığı, bilgi birikimi, fikir ve düşüncelerimizdeki beceri oluşturur.
Türkçenin düzgün kullanımı ve korunması ile ilgili bu güne kadar birçok fikir beyan edildi. Kullandığımız dile gelen her beyanattaki ortak nokta Türkçeye sonradan girmiş olan yabancı kelimelere yer vermemek, onların yerine Türkçe karşılıklarını kullanmaktı.
Gelinen bu noktada “nasıl gerçekleştirebiliriz?” sorusu gün yüzüne çıkıyor.Okuma alışkanlığının yanında kitle iletişim araçlarının da faydalı bir şekilde kullanılması çözüm olabilir. Televizyon kanallarında, radyolarda, günlük gazete ve dergilerde bu konuda yapılması gerekenlerin benimsenip uygulanması gerekir. Bilimsel içerikli kitap ve yayınlar dışında Yazarlarımız ve bilim insanımıza da büyük görevler düşüyor. Aslında ‘görev’ olarak nitelendirilmesi yanlış, fakat her entelektüelin, ‘yaşam biçimi’ haline getirmesini gerektirecek kadar önemli bir konu.
Kitle iletişim araçlarında ise düzenleyici yasalar çıkartılabilinir. Ya da mevcut olanları tekrar gözden geçirilmeli.Türk Dil Kurumu bu konuda; ilkini 1995 yılında, ikincisini ise 1998’de çıkardığı “Yabancı Kelimelere Karşılıklar” isimli kitabı önemli bir kaynaktır. Fakat birçok kişi bu eserden haberdar değil. Bu tür kitapların yaygınlaştırılması, ilk ve orta dereceli okullarda okutulması zorunlu bir kitap olarak yasalaştırılmalıdır. Özellikle bu konuda eğer bir yapılandırma/yenileme süreci başlatılacaksa, bunun temel eğitimin ilk basamaklarından başlanılması, benimsetilmesi açısından da eğitim süresince devamlılığı sağlanmalıdır.Neden mi?Türkçedeki bu yabancılaşma gündelik hayattın içine hızla kaymaya devam ediyor. Neticede; yetişmekte olan genç nesil ana diline karşı ön yargılı davranıyor. Öz Türkçenin varlığından bihaber yetişip, kullanılan yabancılaşmış Türkçeyi gerçek öz Türkçe olarak benimsiyor.Yabancı sözcüklerin Türkçenin içine girip yerleşmesi, Türkçenin kısırlaşmasına sebep oluyor.Türkçedeki kısırlaşma, dilin kendi öz varlığını koruyarak gelişmesine engel olur.
Eski Türkçe diye adlandırılan öz Türkçemizin zamana karşı silinmeye yüz tutmuş izleri, beraberinde bir kültür mozaiğini de yok etmektedir.Bu kültürel değişim Türk edebiyatına da yansımış durumda. Osmanlıdan günümüze her dönem farklı bir akımla adlandırılan Türk edebiyatı, son yıllarda kimliğini yitirmeye başlamıştır.
Edebiyattaki kimlik arayışı, kültürden ve dilden uzak olarak kişiselleştirilmiştir.Kültür mozaiği denilen olgunun içine aldığı kavramlar bir bütün olarak işlenmeli. Geçmişi yok etme pahasına yeni bir Türkçe arayışı engellenmelidir. Durumun arayıştan ziyade bir yaşayış biçimine dönüşmesi Türkçede kapanması zor yarlar açar.Konuyla ilgili geçmişte Meclis Araştırma Komisyonu kurulsa da yapılan çalışmalar yetersiz kalmıştır. Bu gün Türkçenin içine düştüğü açmazdan Dil bilimcilerinin ve Türkologların inceleme ve araştırmaları ışığında alacağı ve kesin sonuca ulaştıracak formüllerin bulunması gerekiyor.Türkçenin korunması adına; formüle edilecek teknik dönüşüm, onların sayesinde atlatılabilinir. Fakat Türkçenin düzgün kullanımı ve korunmasını gelecek tarihlere taşıyacak olan Türk edebiyatçılarıdır.Türk dili, Tanzimat’tan bu güne her edebiyat döneminde farklılıklar göstermiştir. Türkçenin kullanımında özün korunması adına yapılan çalışmalar ve söylemler edebiyat tarihimiz kadar eskidir.“Servet-i fünun döneminde, yazarların batı edebiyatı ve dilini örnek alınarak geliştirdikleri edebiyat, adını aldığı dergide “Edebiyat ve Hukuk” adlı makalenin yayınlanması ile dönemini kapatmıştı. Makale o dönemde siyasal yönden tahripkâr bulunsa da “Türkçenin kullanımında özün korunması” adına yapılan çıkışlara eski bir örnektir.Bu demektir ki Türkçe; asıl edebiyatçılarımızın kaleminde hayat bulur. Adeta Yeniden doğar. Özverili yaklaşımlarıyla, aslını ve kültürünü koruyacak olan onlardır.

Ve, kelimeler.... Kelimeler, kimi kalemlerde mistikleşir…. Kimisinde asidir.Kimi kalemlerde uysal…., Kimi kalemlerde inatçıdır, dediğim dedik tarzında taviz vermez üsluplar.Kimisinde hep bir açık kapı bulursunuz, tartışmaya, eleştirilmeye amade.Kimi kalemlerde romantizm başroldedir, cesur ve pervasız.Kimi kalemler vardır ki asla kopamaz kendi nostaljisinden, dört duvara mahkûm.Her ne şekilde olursa olsun bu görev işin ehli olan kişilere emanet edilmeli.Yasalarla, yasaklarla değil, kültürel açılımlarla beyinlere ve yüreklere kazınarak işlenmeli…
Yıllar sonra Türkçe kendi öz kimliğine geri dönmeyi başarırsa bu gün Türkçede yaşadığımız bu yabancılaşma belki de farklı bir akım olarak edebiyat tarihindeki yerini alacaktır.