22 Eylül 2008

YETİŞTİRME YURDU ÇOCUKLARI

Boşanma.… Hastalık …. Ölüm….. Ya da bunlara benzer farklı bir sebep.
Ve…, küçük çocuk aileden ayrılıp yaşamına yetiştirme yurdunda devam ediyor.
Yetiştirme yurduna getirilmeden önce başlayan sorunların, psikolojilerinde yarattığı etki karakteristik bozukluğa sebep olur. Her şey bir tarafa aileden ayrı bir yaşam onları beklemektedir.
Kendisiyle benzer geçmişi paylaşan birçok çocuk gibi. Ve, onların her biri artık arkadaşıdır. Kimisi arkadaştan öte. Yaşları aynıdır. Ağladıkları, güldükleri konular aynıdır. Sevinçleri aynıdır. Birbirini anlayan, acıyan yürekleri vardır. Kaderleri birdir…. Dertleri bir…. Ama beraberken dahi yalnızdırlar. Küçük dünyalarında yapayalnız.
Nedir bu yalnızlık….
İnsanları yaşama bağlayan sevgiler vardır. Hayatımızın olmazsa olmazı sevgiler. Kimi zaman paylaşmak istediğimiz, kimi zamansa sadece bize ait olsun istediğimiz sevgiler.
Ya sevgisizlik…..
Yetiştirme yurtlarında kalan çocukların ortak paydasıdır sevgisizlik. En kötüsü paylaşamadıkları ya da karşılığını alamadıkları sevgidir içlerini acıtan. Varla yok arası
Anne babaları olsun olmasın hep bir tarafları yarım, hep bir tarafları eksiktir. Sevgiye, şevkata duydukları özlem yaşıtlarından fazla değildir belki. Hatta çok azına da razı gelirler, ufak bir tebessüm bir anda tüm dünyaları olur.Başkasına uzanan eli kıskanırlar kimi zaman. Boşta kalan ellerine bakıp hayıflanırken gözleri buğulanır.
His dünyasında yaşadığı med-cezir ona hayatı bir kez daha sorgulatır. Her geçen gün artarak devam eden bu sorgulayış, gün gelir tıkanıp kalır bir yerlerde. O artık yetiştirme yurdunda kalan bir bireydir. Çocuk ama çocukluktan uzak bir birey.
Çocuklukla yetişkinlik arasında birey, fiziksel, cinsel, ruhsal yönden kişiliğini oluşturan unsurlarla gelişimini tamamlar. Hayata bakışı ve hazırlanışı bu dönemde olur. Karakteristik özellikleri arasında genetik olmayan yapılandırma hızla ilerlerken his dünyası ağır basar. Artık ya daha hırçın, daha agresiftir. Ya da daha uysal ve içe kapanık.
Yetiştirme yurdunda büyümüş çocukların %90’ı yaşadıkları dönemi karabasan gibi hatırlar. Bilinsin ister. Sevgiye ve şevkata aç yürekleri hiçbir zaman do(y/l)maz. Kimi çocuklar içinse bu bir utanç kaynağıdır. Gurur meselesi yapar. Ailesi yanında büyümüş çocuktan farklı muamele görmek istemez. Girdikleri ortamlarda ya dışlandığını hisseder, ya da asimile edildiğini. Burada açıklık getirilmesi gereken, onlara karşı yaklaşımda bulunurken karşılıklı olarak duyguların istismar edilmemesidir.
Çocuk yuvaları ve yetiştirme yurtları ile ilgili yasa, 24 Mayıs 1983 tarih ve 2828 sayılı SHÇEK yasa ile yenilenmiştir. Bu yenileme de “Koruyucu aile” yöntemi getirilse de; ülkemizdeki sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik şartlar söz konusu olduğunda bu, yeterince başvurulmayan bir yöntemdir.
Yetiştirme yurdunda kalan çocuklarla ilgili birçok akademik çalışma ve yayınlar mevcuttur. Bunların çoğu soruna çözümsel yaklaşsa da, kullanılan ölçekler, klinik çalışmalar ve araştırma teknikleri sadece bilimsel çalışma ve çalışma dizininden öteye gitmemiştir.
Bugün ülkemizde yasaların tanıdığı imkânlar çerçevesinde,Yetiştirme yurtlarında kalan çocuklara, devlet eğitimlerini sürdürebilmeleri için destek vermekte ve iş olanağı sağlamaktadır. Bu imkân gelecek yaşantıları açısından yeterli olsa da yetiştirme yurtları, çocuklara daha çok barınak görevi yapmaktadır.
Geneli ergenlik döneminde olan yetiştirme yurdu çocuğunun, aile içinde büyüyen çocukla eşdeğer bir muamele ile yaşama atılması ya da hazırlanması yurt şartlarında imkânsızdır.
Yetiştirme yurdunda büyüyen çocuğun sorunları dendiğinde birçoklarının aklına “Aile içinde büyüyen çocuğunda sorunları olabilir” şeklinde eleştirisel yaklaşımlı yanıtlar gelebilir. Burada yetiştirme yurdunda büyüyen çocuğun yaşadığı sorunları ve psikolojisinin ayırt edici özelliklerini kodlara ayırmak gerekiyor. En doğru ve en güvenilir çözümleme yöntemlerine ancak bu şekilde ulaşabiliriz.
Yetiştirme yurdunda büyüyen çocuğun yaşadığı içsel ve dışsal sorun ve sıkıntıları ancak bulunduğu ortamda iletişim halinde olduğu kişiler tarafından sonuca ulaştırılabilir.
Yetiştirme yurdunda görevli birçok personel eğitimsiz olarak görev yapmaktadır.Yani sosyal hizmetler uzmanı ve psikologlar dışındaki diğer personel.
Çocuklarla birebir iletişim halinde olan görevlilerin eğitimsiz oluşu, onların –var olan sorunlarını çözmek yerine çoğu zaman daha da karmaşık hale getirebiliyor. Bundan dolayı, yetiştirme yurtlarında görevli personel, pedolojiden pedagojiye kadar bir dizi eğitimden geçirilmeli ve devamı sağlanmalıdır.
Sadece bilimsel yaklaşım ve çözümler onların sorunlarına panzehir olabilir.
Yetiştirme yurtlarındaki mevcut sistemle devlet anlayışı güdülmekte bu da yurt çocuğunun sorununa çare olmamaktadır. Ülkemiz şartlarında yetiştirme yurtlarının daha kaliteli hizmet vermesi kurumun özelleştirilmesi ile mümkündür. Özelleştirilmesinden kasıt tabiî ki taşeronlaştırmak değil, bütünüyle şirketleştirmektir. Böylelikle hem devletin yükü hafifleyecek hem de küreselleşmenin gereği insana verilen değerden bir parçada olsa yurt çocuğu nasibini alacaktır.
Misyon &vizyon ilkesiyle hareket eden şirket anlayışı, uluslar arası hizmet ve kalite arayışı ile yetiştirme yurdu çocuğunu her yönden sağlıklı nesiller haline getirebilir.

1 Haziran 2008

TÜRKÇENİN DÜZGÜN KULLANIMI VE KORUNMASI

Geçmiş yıllara bakıldığında kullanılan Türkçenin zaman içinde nasıl değiştiğini fark etmemek mümkün mü?1930’lu yıllarda konuşulan Türkçe ile 1970’li yıllarda konuşulan Türkçe birbirinden çok farklı. 2000 li yıllarda ise dilin artık iyiden iyiye yabancılaştığı acı bir gerçek.
Hal böyle olunca 45–50 senelik bir yazarın ilk kitabıyla son kitabı arasındaki farkı tahmin etmek hiç de zor değil. Ya da eski bir filmi izlerken duyduğumuz Türkçenin geçen zaman içinde nasıl değiştiğini farketmemek…. Yadırgadığımız o Türkçenin aslında Öz Türkçemiz olduğunu düşündüğümüzde hafiften dudak bükeriz. Bazen hayıflanırız silinip gidişlerine, bazen de gülüp geçeriz artık yabancısı olduğumuz o kelimelere.
Türkçenin ya da genel anlamda DİL’in bu denli değişmesinin sebebi nedir?Konunun burasına gelmeden önce Türk Dil Kurumu’nun bu manada DİL’in tanımını nasıl yaptığına bakalım

1-) İnsanların düşündüklerini ve duyduklarını bildirmek için kelimelerle veya işaretlerle yaptıkları anlaşma, lisan, zeban
2-) Bir çağa, bir gruba, bir yazara özgü söz dağarcığı ve söz dizimi
3-) Belli mesleklere özgü dil: Örneğin; Hukuk dili
TDK’nun sözlüğünde farklı tanımlar da var. Fakat konuyla ilgili önem arz edenler bunlar. Bu kısa tanımların ardından Türkçenin bozulan yapısı ve ne denli yabancılaştığına gelelim.
Dili güzel ve düzgün kullanmak sadece gramer ve diksiyondan ibaret değil. Dil bilmek ve düzgün kullanmak o dilin edebiyatını, kültürel kimliğini bilmekten geçer.
Bir ulusu ayakta tutan milli değerleridir. Bunların başında da dil gelir.
Dil yaşayan bir olgudur. Tıpkı insan gibi….
İnsanoğlu yaşamsal faaliyetini devam ettirebilmek için nasıl her şeyden önce beslenmeye ihtiyaç duyuyorsa, dilde böyledir. Devamını sağlayabilmek için beslenmesi gerekir.
Dil, sahip olduğu kültürle, bilimle, sanatla, dünya üzerine yerleşmiş bütün ilimlerle beslenir. Neticede tüm bu öğeler zaman içinde her daim kendini yenileyen, gücünü ve desteğini birbirinden alan ve birbirine bağımlı kavramlardır.
Tıpkı zincirin halkaları gibi.
Halkalardan biri koptuğunda zincir özelliğini kaybetmez, fakat anlamını yitirir. Eskisi gibi işinize yaramayacaktır. Demek ki bütünlüğünün sağlanması için korunmaya ihtiyacı vardır. Korumak, etrafını zırhla örmek değildir.
Korumak beslenmesine engel olmak, gelişmesini duraklatmak değildir. Korumak sahip çıkmaktır. Kabullenmektir.Türkçenin öz varlığını koruyacağım düşüncesiyle, yalınlaştırmak dilin beslenmesine engel olmaktır.Yani bilimin ve sanatın her kolu anbean kendini besleyerek yenilerken, beraberinde başlıca açıklayıcı ve ifade edici unsur olan dili de besler. Bu da dil’in zaman içinde değişime uğramasına neden olur.Peki, bu değişimin ölçüsü ne olmalı? Ya da bir sınırlama getirilmeli mi?
Lisanda süregelen bu yabancılaşma yüzyıllardır dünya üzerindeki birçok dilde söz konusu. Yani birçok dil birbiriyle iletişim halindedir.
Türkçede de durum aynı. Bu gün Öz Türkçe olarak bilinen kelimelerin büyük bir çoğunluğu sanıldığının aksine, Arapça Farsça ve Fransızca kökenli kelimelerdir.Selçuklular döneminde, ana dil Farsça olarak ilan edilmiş ve özellikle devlet işlerinde tamamen Farsça kullanılmıştır. Farsçanın anadil olarak tam manasıyla kullanımı, Selçuklu devletinin yıkılmasıyla son bulmuştur. Bugün hala kullandığımız Türkçe içinde Farsça kelimelerin olması o dönemden kalmıştır.
Demek ki asırlar sonra dahi dil sürekliliğini koruyabiliyor. Buradan yola çıkarak Türkçedeki yabancılaşmanın zamanla dili tamamen ortadan kaldırdığı, yok ettiği hakkında fikirlerin ileri sürülmesi tamamen yersizdir.Türkiye'nin resmi dili Türkçedir.Farsça örneğindeki gibi ulusun tamamen ortadan kalkması dahi Türkçenin yok olmasına sebep olamaz.
Dil'de önemli olan, konuşulan ya da okunan ile hedefte var olanı hissettirebilmektir.
Dil; toplumsal fenomenlerde amaç, bilimsel fenomenlerde ise araç olarak kullanılır.Eğer dil; besleyici kaynağını farklı kültürlerin dilinden almaya başlarsa, kendisiyle birlikte kültürünü de değiştirir.Dil’in yaşayan bir olgu olarak farklı argümanlardan beslenerek değişime uğraması normaldir. Önemli olan bunun yönünü tayin edebilmek. Dışa değil içe, öze doğru yönlendirmektir. Bu noktada önemli olan değişimin müspet yönde olmasıdır.
Türkçenin yabancılaşması adına, sıfırdan hızla uzaklaşan negatif yönü, popüler kültürün bir eseridir.
Türkçe, canlı tutmaya çalışırken öldüren, güzelleştirmeye çalışırken çirkinleştiren, modernize edeyim derken postmodernliği arattıran bir kalıba sokulmuştur.Türkçenin bu denli bozulmasındaki ana sebeplerden bir diğeri, sözlü ya da yazılı ifadelerde, anlatımın kelimelerde değil fikirlerde gizli olduğunun bilincine varılamamış olmasıdır.Kelimeler sadece araçtır.Düşünce tarzının ve bakış açısının sınırlandırılması ile bilgi, beceri ve deneyim eksikliğinin sebebi, gelişmeyen kültürel yapıda, bilgi dağarcığında, ufkun ne denli alçakta oluşunda aranmamış, bütün bu eksikler kelimelerle kamufle edilmeye çalışılmıştır.Değişim kelimelerle olmaz.Değişim beyinlerde olur. Kelimeler sadece araçtır.Türkçenin korunmasında ve düzgün kullanılmasında kelimelerin ayırt edici özelliği, kelime dağarcığının geniş tutulmasında yatar. Yani birkaç kelime de değil, yüzlerce kelime de.Başta araç olarak belirttiğimiz kelimelerin kullanımdaki çeşitliliği, ifade ve anlatım gücünün önünü açar. Yani kelime hazinesinin genişliği kişideki düşünce ve his dünyasının ne kadar geniş olduğunu ifade eder.Kullanılan kelimelerin çokluğuyla kişi fikirlerini daha kolay beyan eder. Kelimelerin kılıçtan keskin tesiri düşüncelerle birlikte, sevgiyi, nefreti, acıyı, vicdanı, korkuyu, heyecanı da bir ayna misali karşı tarafa yansıtır. Saatlerce yapılan konuşmanın karşılığında kullanılan bir kelime ifade gücünün anlatımdaki ustalığını gün yüzüne çıkartır. Önemli olan alt yapıya sahip olmaktır.
Dilin kullanılmasın da, alt yapıyı sınırlı sayıdaki kelime hazinesi değil, Kültürel geçmişin farkındalığı, bilgi birikimi, fikir ve düşüncelerimizdeki beceri oluşturur.
Türkçenin düzgün kullanımı ve korunması ile ilgili bu güne kadar birçok fikir beyan edildi. Kullandığımız dile gelen her beyanattaki ortak nokta Türkçeye sonradan girmiş olan yabancı kelimelere yer vermemek, onların yerine Türkçe karşılıklarını kullanmaktı.
Gelinen bu noktada “nasıl gerçekleştirebiliriz?” sorusu gün yüzüne çıkıyor.Okuma alışkanlığının yanında kitle iletişim araçlarının da faydalı bir şekilde kullanılması çözüm olabilir. Televizyon kanallarında, radyolarda, günlük gazete ve dergilerde bu konuda yapılması gerekenlerin benimsenip uygulanması gerekir. Bilimsel içerikli kitap ve yayınlar dışında Yazarlarımız ve bilim insanımıza da büyük görevler düşüyor. Aslında ‘görev’ olarak nitelendirilmesi yanlış, fakat her entelektüelin, ‘yaşam biçimi’ haline getirmesini gerektirecek kadar önemli bir konu.
Kitle iletişim araçlarında ise düzenleyici yasalar çıkartılabilinir. Ya da mevcut olanları tekrar gözden geçirilmeli.Türk Dil Kurumu bu konuda; ilkini 1995 yılında, ikincisini ise 1998’de çıkardığı “Yabancı Kelimelere Karşılıklar” isimli kitabı önemli bir kaynaktır. Fakat birçok kişi bu eserden haberdar değil. Bu tür kitapların yaygınlaştırılması, ilk ve orta dereceli okullarda okutulması zorunlu bir kitap olarak yasalaştırılmalıdır. Özellikle bu konuda eğer bir yapılandırma/yenileme süreci başlatılacaksa, bunun temel eğitimin ilk basamaklarından başlanılması, benimsetilmesi açısından da eğitim süresince devamlılığı sağlanmalıdır.Neden mi?Türkçedeki bu yabancılaşma gündelik hayattın içine hızla kaymaya devam ediyor. Neticede; yetişmekte olan genç nesil ana diline karşı ön yargılı davranıyor. Öz Türkçenin varlığından bihaber yetişip, kullanılan yabancılaşmış Türkçeyi gerçek öz Türkçe olarak benimsiyor.Yabancı sözcüklerin Türkçenin içine girip yerleşmesi, Türkçenin kısırlaşmasına sebep oluyor.Türkçedeki kısırlaşma, dilin kendi öz varlığını koruyarak gelişmesine engel olur.
Eski Türkçe diye adlandırılan öz Türkçemizin zamana karşı silinmeye yüz tutmuş izleri, beraberinde bir kültür mozaiğini de yok etmektedir.Bu kültürel değişim Türk edebiyatına da yansımış durumda. Osmanlıdan günümüze her dönem farklı bir akımla adlandırılan Türk edebiyatı, son yıllarda kimliğini yitirmeye başlamıştır.
Edebiyattaki kimlik arayışı, kültürden ve dilden uzak olarak kişiselleştirilmiştir.Kültür mozaiği denilen olgunun içine aldığı kavramlar bir bütün olarak işlenmeli. Geçmişi yok etme pahasına yeni bir Türkçe arayışı engellenmelidir. Durumun arayıştan ziyade bir yaşayış biçimine dönüşmesi Türkçede kapanması zor yarlar açar.Konuyla ilgili geçmişte Meclis Araştırma Komisyonu kurulsa da yapılan çalışmalar yetersiz kalmıştır. Bu gün Türkçenin içine düştüğü açmazdan Dil bilimcilerinin ve Türkologların inceleme ve araştırmaları ışığında alacağı ve kesin sonuca ulaştıracak formüllerin bulunması gerekiyor.Türkçenin korunması adına; formüle edilecek teknik dönüşüm, onların sayesinde atlatılabilinir. Fakat Türkçenin düzgün kullanımı ve korunmasını gelecek tarihlere taşıyacak olan Türk edebiyatçılarıdır.Türk dili, Tanzimat’tan bu güne her edebiyat döneminde farklılıklar göstermiştir. Türkçenin kullanımında özün korunması adına yapılan çalışmalar ve söylemler edebiyat tarihimiz kadar eskidir.“Servet-i fünun döneminde, yazarların batı edebiyatı ve dilini örnek alınarak geliştirdikleri edebiyat, adını aldığı dergide “Edebiyat ve Hukuk” adlı makalenin yayınlanması ile dönemini kapatmıştı. Makale o dönemde siyasal yönden tahripkâr bulunsa da “Türkçenin kullanımında özün korunması” adına yapılan çıkışlara eski bir örnektir.Bu demektir ki Türkçe; asıl edebiyatçılarımızın kaleminde hayat bulur. Adeta Yeniden doğar. Özverili yaklaşımlarıyla, aslını ve kültürünü koruyacak olan onlardır.

Ve, kelimeler.... Kelimeler, kimi kalemlerde mistikleşir…. Kimisinde asidir.Kimi kalemlerde uysal…., Kimi kalemlerde inatçıdır, dediğim dedik tarzında taviz vermez üsluplar.Kimisinde hep bir açık kapı bulursunuz, tartışmaya, eleştirilmeye amade.Kimi kalemlerde romantizm başroldedir, cesur ve pervasız.Kimi kalemler vardır ki asla kopamaz kendi nostaljisinden, dört duvara mahkûm.Her ne şekilde olursa olsun bu görev işin ehli olan kişilere emanet edilmeli.Yasalarla, yasaklarla değil, kültürel açılımlarla beyinlere ve yüreklere kazınarak işlenmeli…
Yıllar sonra Türkçe kendi öz kimliğine geri dönmeyi başarırsa bu gün Türkçede yaşadığımız bu yabancılaşma belki de farklı bir akım olarak edebiyat tarihindeki yerini alacaktır.

7 Mayıs 2008

TÜRKİYE’DE DİN ANLAYIŞI

TÜRKİYE’DE DİN KAVRAMI
Türkiye’de din kavramı yıllardır tartışılır. Aslında ülkedeki din anlayışı, değişen iklimsel özellikler gibi bölgeden bölgeye farklılık gösterir. Bundan dolayı İslam dininin, gündelik yaşamlara etkisini, doğu ve batı sentezleri üzerinde işlemenin daha doğru olacağı kanısındayım.
Türkiye’nin doğusu ile batısı arasında farklılıklar, gündelik yaşamda seyrini her zaman uç noktalarda korur. Zaman ilerledikçe ‘gündelik yaşam’ adını, kültürel, sosyal ve siyasal geçmişe, yakın tarihe ve tarihe bırakır. Din tüm bu olgular arasında vazgeçilmezliğini her daim korumaktadır.
Son yıllarda Türkiye’deki din anlayışı denildiğinde, sağ ve sol, laik-anti laik, demokrat ve İslamcı gibi terimlerle siyasal bakış açısı gündemi meşgul etse de asıl kutuplaşmanın yöresel etkilerden beslendiğini bir gerçektir.
İki farklı açılım, doğudaki dini hayat ve din anlayışına karşın, batıdaki dini hayat ve din anlayışı olarak karşımıza çıkar.
Din; inanç ve kutsal değerler bütünü olarak algılanırken, manevi ihtiyaçları karşılamada yetersiz kalır. Ve hiç bir zaman tek başına toplumların değer yargılarına cevap bulamamıştır.
Doğudaki din anlayışı, daha çok gelenekleri, örf ve adetleri besleyen bir araçtır.
Toplumlar; belirtilen yöresel değerlerin kaybedilme korkusunu aşabilmek ve sürekliliğin sağlanması adına dindeki destekleyici karinelerden beslenir. Cemiyetler, tarikatlar gibi.
Doğuda özellikle ergenlik dönemi krizinde ya da gençlikten yetişkinliğe geçiş sürecindeki bireylerin, doruk noktaya ulaşan kimlik arayışında dini olgular, etki altındaki açılımlarla benimsemektedir. Genç kuşak içinde bulunduğu dönemde, kendini çevresine kanıtlayabilme çabasındadır. Edindiği rollerle psikolojik kimliğini ifaya yönelir. Amaç üslendiği rolün kendi sınırları içinde kaybolduğunu kanıtlama çabasıdır. Kişi aynı hissiyatla yaşamına devam etmek zorundadır. Yapılacak benzeri örneklemeler de aynı sorunsalla karşı karşıya kalmak kaçınılmazdır.
Örf, adet ve törelerde yaşanan ikilem ve sorunlarda, din her zaman bir çıkış yolu olarak benimsenmiştir. Katı ve kuralcı etkilerini meşrulaştırmak adına islamı yaşama ya da dindar olmak birinci basamaktır.
Kutsal olan dini inanışları değil bağlı oldukları örf ve töreleridir. Bu bağlılık zaman içinde
onları asl olan dinden farkında olmadan uzaklaştırır. Örf, adet ve töreleri, toplumda uyulmadığı takdirde yargılanıp sorgulatan ağır meta halini almıştır. Değerleri onlara göre olmazsa olmazları ve yaşam kaynaklarıdır.
Din anlayışı doğudan batıya doğru kaydıkça, inanç sistemi de yavaş yavaş değişime uğrar. Sıkmayan, katı ve ağır şartlanmalardan arınmış popüler dindarlık söz konusudur. Yani din adamlarının ve dinde söz sahibi yetkili birincil kişi ve kurumların (Diyanet İ.B.) dindarlık hakkındaki bilgilendirmeleri dışında kalan, halkın kendi inanç sistemine yerleşmiş dindarlık. Bu popüler din anlayışının etkisiyle insanlar gündelik yaşamlarına yön verirler.
Dindarlıktaki bu kalıplarla, sınırlandırılmış din anlayışı ve inanç sistemi, batıya doğru ilerledikçe farklı argümanlardan beslenmeye başlıyor. Modernize olmuş toplumlarda Gelenek, örf ve adetler ile popüler dindarlığın yerini, batılılaşma, bilimde ilerleme gibi kavramlar alır. Tüm bu kavramların beslendiği ana tema laikliktir.
Modernize edilmiş yaşamlar içinde Avrupai, elit, çağdaş gibi kavramlar arasında din, yaşamlara vicdani bir sorumluluk olarak oturur. Dini vecibelerin yerine getirilmesinde toplum seçimini daha çok rahatlatıcı yaklaşımlarla içine sindirir. Verilen zekâtlar, yapılan bağışlar gibi insani/vicdani yaklaşımlar daha çok önem kazanır.
Türkiye’de din kavramı siyasi açıdan ele alındığında, inançların sömürülmesi, dinin amaçtan ziyade araç olarak kullanıldığı her siyasi dönemde belirgin şekilde gün yüzüne çıkar.
Çünkü ne kadar kavram kargaşası yaşansa da hiçbir konsept dinin yerini alamaz. Din, her daim önemini korumaya devam eder. Bu insanların, inançsız yaşayamayacağını bir göstergesidir. Din ve inanmak olgusu bir doğmadır. Yokluğu kişiyi dehlize sürükler. Yaradılış gereği, inançsız ve inanç kavramından uzak kalmak, kişinin içinde yerini dolduramayacağı boşluk hissi yaratır.
Dinde ana unsur kutsallık kavramıdır. Türkiye’de bu kavram, toplumlar arasında dini karmaşaya yol açmaktadır. Kutsallık modern-postmodernlik arasında uç noktalara takılır.
Gerçekte evrensel olan İslam dinini kutuplaştırmak, sorunun ana kaynağıdır. Orijinde tutulması gerekirken, diğer faktörlerle kement takılmışçasına çekiştirmek, istismar ve su istimal edilmesine yol açmaktadır. Din, her iki tarafa karşı konjonktür olarak kullanılır.
Siyasi geçiş süreci ve sonrasında yaşanan kaos ortamında, batıya doğru kaydıkça sayıları fark edilir derece de artan gelenekçi İslami kesim, laiklik anlayışına ters düşen tutumları ile toplumda endişe, korku ve gerilime yol açar. Ülke genelinde yaşanan her siyasi değişimle toplumlarda med-cezir yaşanır. Devamlı tekrarlanan süreç iki farklı kesimin, inanç, değer yargısı, laiklik, anti laiklik, gelenekçi, İslamcı, modernlik kavramlarını daha fazla sahiplenmesine yol açar. Daha kimlikçi, daha yargıcı, daha katı ve daha tavizsiz.
Konuya derin açıklık getirilmesi, sosyolog, din sosyologları ve aydınlarımızın üstüne düşen görevdir. Fakat ülkedeki siyasi kaos bu ve benzer grupların konuya objektif bakmasını engeller. Kendi dünyalarında var olabilmek ve güncelliklerini koruyabilme çabası kısmen de olsa bilimsel çalışmalarının önünü keser. Araştırma ve açıklamalarının önünü perdeler. Teraziyi dengede tutabilme çabasıyla yapılan seküler yaklaşımlar açıklayıcı olmaktan ziyade eleştirisel tutum sergilemektedir.
Onlara göre din, ideolojik bir konseptler bütünüdür.
Sonuçta muallâkta kalmış bir dindarlık ve din anlayışı sürekliliğini korur

1 Mayıs 2008

NEDİR OKUMAK…

BU YAZIM ÇOK KISA
OKUMAYI SEVMEYENLER İÇİN
Hızlı hızlı geziniyorum çarşıda………..
Sıra sıra dükkânların önünden geçerken birinin açık kapısından içeri kayıyor gözlerim. Adımlarım o anda beni içeri sürüklüyor. Fırsat buldukça uğradığım kitapçı burası. “Aslında elimde okuduğum bir kitap var.” Diye geçiriyorum aklımdan. Beni bir anda içeriye sürükleyenin ne olduğunu düşünüyorum sonra.
Fırından yeni çıkmış ekmek gibi. Eline alıp yerken değil fırının önünden geçerken çarpan kokusu kabartır iştahınızı.
Bir de bakıyorum içerdeyim..
Yeni çıkanlar rafında dizilmiş birçok kitap. Elime alıp inceliyorum birkaç tanesini. Sonra ilgim dağılıyor birden gözüm dükkândaki kalabalığa kayıyor. Diğer kitap severlere. Yani bir an ben öyle sanıyorum. Yüzünde beliren bir tebessümle, çaktırmadan inceliyorum hepsini. Gözlemledikçe yüzümdeki tebessüm dağılıyor. Yerini hüzünle karışık bir burukluk alıyor. Hal-i ruhaniyetimin o kadar vahim olmadığını düşünüp seviniyorum bir an. Bir adam sendecilik var üzerimde. Gördüğüm manzaraya alışkın oluşuma yoruyorum hemen. Müşterilerin %75’ ini öğrenciler oluşturuyor. Dersleriyle ilgili kitap almak için gelmişler. Yoksa çoğunun uğrak yeri değil bu kitapçı dükkânı. Konuşmalarına kulak kabartınca anlıyorum durumu. % 20’si kitapçıda satılan diğer ürünlerle alakadar. %5 i ise…. Evet, işte o kısım gerçek kitap dostları. Dükkânın içine dağılmış rafların önünde bir ya da birkaç gün ellerinden bırakamayacakları kitapları seçmekle meşguller. Dalıyorum ben de arkalarından dükkânın iç taraflarına doğru. Yüzümde yine aynı tebessüm. Üç genç kızın konuşması geliyor kulaklarıma. Uykusunu getirdiği için zevkle okuduğunu söylüyor birisi. Hafiften kafamı salladığımı fark ediyorum iki yana. Sonra kısıtlı zamanımda bende birçokları gibi çıkıp gidiyorum kitapçıdan eli boş. Eli boş ama zihni dolu bir vaziyette.
Okuma alışkanlığı nasıl kazanılır/kazandırılır soruyorum kendime. Sorguluyorum.
Sonra bir ortamda tanık olduğum konuşma geliyor aklıma. Çocuklarına okuyup özet çıkartmaları için verilen kitabın kalınlığından şikâyet eden, değiştirilmesi için ilgili öğretmene arz-ı ricada bulunan birkaç kişi. Daha sonra seyrettiğim bir filmden sahneler geliyor gözümün önüne. Filmlerin görsel manada verdikleri mesajların her zaman etkili olduğunu düşünmüşümdür. Filmin başrol oyuncusu Kate Winslet arkadaşının tavsiyesiyle bir gruba dâhil oluyor. Gruptakiler, önce seçtikleri bir kitabı okuyor, sonrada bir araya gelip kitabı tartışıyorlar. O gün,Winslet’ın yani filmdeki adıyla Sarah’ın gruba ilk katılışıdır. İşledikleri konu ise son zamanlarda yaşamında süre gelen bir değişimle alakalıdır. Tartışırken kendi duygularını ile getirir. Filmi pek beğenmesem de, bu bölümde kurgu olağan üstü.
İzlerken bir an konudan sıyrılıp, o an yapılan eyleme odaklanıyorsunuz. Kitabı tartışabilmenin verdiği hazzı, sizde izlerken yaşıyorsunuz.
Planlı ya da plansız aynı kitabı okuyan kişilerle bir araya gelip, bir anda kendinizi seviyeli fakat içten, duygusal bir boşluğa bırakıverirsiniz. Kendi düşünceleriniz, kendi duygularınız, kendi fikirleriniz, birikimleriniz çıkar su yüzüne. Hislerinizle konuşur, hiç kimseye, hiçbir şeye bağımlı olmadan yaparsınız yorumlarınızı.
Tabi ki bunların altında kitap okuma alışkanlığı ve sevgisinin yatması gerekiyor. Dile getirmek, bir gün bir yerde anlatırım diye düşünmek için değildir okumak. Ya da uyuya bilmek için değil. Gözünü farklı bir alem de açmak için okumak istemeli insan. Okurken düşünebilmeli. Sayfalardan beynine akana kulak vermeli.
“Kitapsız yaşayamam.” Demiş Thomas Jefferson….‘Abartmış’ diyenlerin seslerini duyar gibi oluyorum birden….Duyuyor ve hafiften yine kafamı sallıyorum iki yana
Bu yazıyı daha farklı yazmak isterdim. Bilimsel verilere dayalı, altında sayfalar dolusu belirtilen bir ‘Kaynakça’ İle. Ama mesaj ‘okumak’ ise son sözüm sadece parantez içindedir.(…)

20 Nisan 2008

PİPPA BACCA

Bir Güvercin Misali

Uçtun Ülkemizden Pippa Bacca

Gerçek Adı: Giuseppina Pasqualino di Marineo
Yaşı: 33
Suçu: “Barış Gelini” Projesiyle Slovenya’dan Filistin’e uzanan bir yolculukla ‘Barış götürmek’
Cezası: Ölüm

İşte Pippa’cım, yaşadığın son birkaç günün kısa özeti bu. Tabiî ki bu kadar basit değil. Ama ne bileyim….Ablanın söylediği o sözler var ya… Hani birçoklarının arkasına sığındığı sözler….Belki ben de kendi sözlerimin arkasına sığınmaya çalışıyorum.
Aslında biliyor musun? İlk değilsin…. Ama bu başına gelen trajedi için söylenebilecek en son cümle.
Türkiye alışkın bu tür haberlere. Ama senin başına gelenler bir başka sarstı bizleri. Mahcubiyetle karışık üzüntü ve utanç. Derin bir utanç.
Barışın sembolü zeytin dalıyla güvercinin efsanevi öyküsünü şimdi sen devraldın. Trajik ölümün, ne hedefini yarı yolda bıraktı ne de beyaz gelinliğin kirlendi. Barış kelimesi dudaklarda isminle ayrı bir anlam kazandı.
Saflığın simgesel rengi beyazla çıktın yollara…
Beyaz gelinlikle…. Beyazla, barışı bağdaştırdın.
Ülkeden ülkeye akıp giden maceran acı bir hüsranla son buldu. Hem de bu ülkede. Bizim Ülkemizde.
Slovenya’dan Filistin’e uzanan, bir geçit, bir köprü olarak gördün ülkemizi…. Ama biz sahip çıkamadık sana….Geçip giderken amacın sadece barış tohumları bırakmaktı topraklarımıza…. Ama biz sahip çıkamadık ne sana ne de uğrunda uzun bir yolculuğu göğüslediğin evrensel değerlerine..….
Aslında biliyor musun? En çok bizim ihtiyacımız vardı o barış tohumlara. Sadece topraklarda değil, yüreklerde de. Devletçe milletçe ihtiyacımız vardı.
Bir bilsen arkandan yazılıp çizilenleri…. Gurur duyardın kendinle. Bizim seninle duyduğumuz gibi.
Evet, evet ya…. Gurur duyardın kendinle.
Sen çıktığın yolda amacına ulaştın Pippa. Yaşasaydın belki bu denli duyuramazdın sesini.
Ve sen hedefine ulaştın Pippa.
İstediğin gibi Filistin’de noktalanmadı yolculuğun. Son durak Türkiye oldu.
Barış seslerin, kederle yankılandı Ülkemizde. Ağıt gibi yankılandı…
Ve… Şimdi sesini Dünya ‘ya daha iyi duyurdun.
Rahat Uyu Pippa Bacca

HİCİV:)

Sayın Başbakanımızı saygıyla anıyorum bu bölümde.
Kısa bir süre önce sözleri tüm ülkeyi farklı bakış açılarıyla salladı durdu, zelzele misali.
“Her aileye 3 çocuk” sözü bir anda çıkı verdi ağzından. Sonra ısrarla sürdürdü bu yaklaşımını.
Sanatçısından, fikir adamına, her kesimden insanlar fikir beyan etti durdu günlerce. Tabii haklı olarak. Herkesin bir sözü olmalı bu konuda öyle değil mi?
Günlerce, göç dedik, nüfus artışı dedik, işsizlik dedik kısa başlıklarla yorum yaparken.
Hakkını yememek lazım. Kızmamak eleştirmemek lazım belki de başbakanımızı. Kim bilir belki oda bahsedilen tüm bu konular üzerine yorum yapmak istemiştir de dili sürçmüştür bir anda.
Genel de doğudan göçle gelen, ya da hala kendi memleketin de yaşamına devam eden doğumuz insanı için söylemiştir. Genel de aile nüfuslarının kalabalık olduğu kentlerdir doğu illerimiz. Kasıt içermeden, örnek gösterişimde bu yüzdendir.
7 çocuk 8 çocuk 10 çocuk… Baktı olacağı yok. Sayın Başbakanımız müdahale etmek istedi belki de. Tabii haklı olarak.
3 Yeter dedi.
Hemen yanlış anlamayın, kötüye yormayın lütfen.
Hiç tanık olmadım, ama duyarım çevremden, bazı hayvan severler evlerinde besledikleri hayvanların üreyip çoğalmasını önlemek için soluğu veterinerde alıyor. Güzel bir uygulama olarak görüyorum. Aslında bu illerimizde (istatistikler nereyi işaret ediyorsa) ve kırsal kesimde yaşayan kadınlarımıza 2 ya da 3 çocuktan sonra zorunlu uygulama olarak getirilmeli kanısındayım. Belki böylelikle yıllar geçtikçe eskiyen yıpranan bedenlerini de bir nebze de olsa koruya bilirler.
Darılmak gücenmek yok. Adı üstünde hiciv bu.