7 Mayıs 2008

TÜRKİYE’DE DİN ANLAYIŞI

TÜRKİYE’DE DİN KAVRAMI
Türkiye’de din kavramı yıllardır tartışılır. Aslında ülkedeki din anlayışı, değişen iklimsel özellikler gibi bölgeden bölgeye farklılık gösterir. Bundan dolayı İslam dininin, gündelik yaşamlara etkisini, doğu ve batı sentezleri üzerinde işlemenin daha doğru olacağı kanısındayım.
Türkiye’nin doğusu ile batısı arasında farklılıklar, gündelik yaşamda seyrini her zaman uç noktalarda korur. Zaman ilerledikçe ‘gündelik yaşam’ adını, kültürel, sosyal ve siyasal geçmişe, yakın tarihe ve tarihe bırakır. Din tüm bu olgular arasında vazgeçilmezliğini her daim korumaktadır.
Son yıllarda Türkiye’deki din anlayışı denildiğinde, sağ ve sol, laik-anti laik, demokrat ve İslamcı gibi terimlerle siyasal bakış açısı gündemi meşgul etse de asıl kutuplaşmanın yöresel etkilerden beslendiğini bir gerçektir.
İki farklı açılım, doğudaki dini hayat ve din anlayışına karşın, batıdaki dini hayat ve din anlayışı olarak karşımıza çıkar.
Din; inanç ve kutsal değerler bütünü olarak algılanırken, manevi ihtiyaçları karşılamada yetersiz kalır. Ve hiç bir zaman tek başına toplumların değer yargılarına cevap bulamamıştır.
Doğudaki din anlayışı, daha çok gelenekleri, örf ve adetleri besleyen bir araçtır.
Toplumlar; belirtilen yöresel değerlerin kaybedilme korkusunu aşabilmek ve sürekliliğin sağlanması adına dindeki destekleyici karinelerden beslenir. Cemiyetler, tarikatlar gibi.
Doğuda özellikle ergenlik dönemi krizinde ya da gençlikten yetişkinliğe geçiş sürecindeki bireylerin, doruk noktaya ulaşan kimlik arayışında dini olgular, etki altındaki açılımlarla benimsemektedir. Genç kuşak içinde bulunduğu dönemde, kendini çevresine kanıtlayabilme çabasındadır. Edindiği rollerle psikolojik kimliğini ifaya yönelir. Amaç üslendiği rolün kendi sınırları içinde kaybolduğunu kanıtlama çabasıdır. Kişi aynı hissiyatla yaşamına devam etmek zorundadır. Yapılacak benzeri örneklemeler de aynı sorunsalla karşı karşıya kalmak kaçınılmazdır.
Örf, adet ve törelerde yaşanan ikilem ve sorunlarda, din her zaman bir çıkış yolu olarak benimsenmiştir. Katı ve kuralcı etkilerini meşrulaştırmak adına islamı yaşama ya da dindar olmak birinci basamaktır.
Kutsal olan dini inanışları değil bağlı oldukları örf ve töreleridir. Bu bağlılık zaman içinde
onları asl olan dinden farkında olmadan uzaklaştırır. Örf, adet ve töreleri, toplumda uyulmadığı takdirde yargılanıp sorgulatan ağır meta halini almıştır. Değerleri onlara göre olmazsa olmazları ve yaşam kaynaklarıdır.
Din anlayışı doğudan batıya doğru kaydıkça, inanç sistemi de yavaş yavaş değişime uğrar. Sıkmayan, katı ve ağır şartlanmalardan arınmış popüler dindarlık söz konusudur. Yani din adamlarının ve dinde söz sahibi yetkili birincil kişi ve kurumların (Diyanet İ.B.) dindarlık hakkındaki bilgilendirmeleri dışında kalan, halkın kendi inanç sistemine yerleşmiş dindarlık. Bu popüler din anlayışının etkisiyle insanlar gündelik yaşamlarına yön verirler.
Dindarlıktaki bu kalıplarla, sınırlandırılmış din anlayışı ve inanç sistemi, batıya doğru ilerledikçe farklı argümanlardan beslenmeye başlıyor. Modernize olmuş toplumlarda Gelenek, örf ve adetler ile popüler dindarlığın yerini, batılılaşma, bilimde ilerleme gibi kavramlar alır. Tüm bu kavramların beslendiği ana tema laikliktir.
Modernize edilmiş yaşamlar içinde Avrupai, elit, çağdaş gibi kavramlar arasında din, yaşamlara vicdani bir sorumluluk olarak oturur. Dini vecibelerin yerine getirilmesinde toplum seçimini daha çok rahatlatıcı yaklaşımlarla içine sindirir. Verilen zekâtlar, yapılan bağışlar gibi insani/vicdani yaklaşımlar daha çok önem kazanır.
Türkiye’de din kavramı siyasi açıdan ele alındığında, inançların sömürülmesi, dinin amaçtan ziyade araç olarak kullanıldığı her siyasi dönemde belirgin şekilde gün yüzüne çıkar.
Çünkü ne kadar kavram kargaşası yaşansa da hiçbir konsept dinin yerini alamaz. Din, her daim önemini korumaya devam eder. Bu insanların, inançsız yaşayamayacağını bir göstergesidir. Din ve inanmak olgusu bir doğmadır. Yokluğu kişiyi dehlize sürükler. Yaradılış gereği, inançsız ve inanç kavramından uzak kalmak, kişinin içinde yerini dolduramayacağı boşluk hissi yaratır.
Dinde ana unsur kutsallık kavramıdır. Türkiye’de bu kavram, toplumlar arasında dini karmaşaya yol açmaktadır. Kutsallık modern-postmodernlik arasında uç noktalara takılır.
Gerçekte evrensel olan İslam dinini kutuplaştırmak, sorunun ana kaynağıdır. Orijinde tutulması gerekirken, diğer faktörlerle kement takılmışçasına çekiştirmek, istismar ve su istimal edilmesine yol açmaktadır. Din, her iki tarafa karşı konjonktür olarak kullanılır.
Siyasi geçiş süreci ve sonrasında yaşanan kaos ortamında, batıya doğru kaydıkça sayıları fark edilir derece de artan gelenekçi İslami kesim, laiklik anlayışına ters düşen tutumları ile toplumda endişe, korku ve gerilime yol açar. Ülke genelinde yaşanan her siyasi değişimle toplumlarda med-cezir yaşanır. Devamlı tekrarlanan süreç iki farklı kesimin, inanç, değer yargısı, laiklik, anti laiklik, gelenekçi, İslamcı, modernlik kavramlarını daha fazla sahiplenmesine yol açar. Daha kimlikçi, daha yargıcı, daha katı ve daha tavizsiz.
Konuya derin açıklık getirilmesi, sosyolog, din sosyologları ve aydınlarımızın üstüne düşen görevdir. Fakat ülkedeki siyasi kaos bu ve benzer grupların konuya objektif bakmasını engeller. Kendi dünyalarında var olabilmek ve güncelliklerini koruyabilme çabası kısmen de olsa bilimsel çalışmalarının önünü keser. Araştırma ve açıklamalarının önünü perdeler. Teraziyi dengede tutabilme çabasıyla yapılan seküler yaklaşımlar açıklayıcı olmaktan ziyade eleştirisel tutum sergilemektedir.
Onlara göre din, ideolojik bir konseptler bütünüdür.
Sonuçta muallâkta kalmış bir dindarlık ve din anlayışı sürekliliğini korur

1 Mayıs 2008

NEDİR OKUMAK…

BU YAZIM ÇOK KISA
OKUMAYI SEVMEYENLER İÇİN
Hızlı hızlı geziniyorum çarşıda………..
Sıra sıra dükkânların önünden geçerken birinin açık kapısından içeri kayıyor gözlerim. Adımlarım o anda beni içeri sürüklüyor. Fırsat buldukça uğradığım kitapçı burası. “Aslında elimde okuduğum bir kitap var.” Diye geçiriyorum aklımdan. Beni bir anda içeriye sürükleyenin ne olduğunu düşünüyorum sonra.
Fırından yeni çıkmış ekmek gibi. Eline alıp yerken değil fırının önünden geçerken çarpan kokusu kabartır iştahınızı.
Bir de bakıyorum içerdeyim..
Yeni çıkanlar rafında dizilmiş birçok kitap. Elime alıp inceliyorum birkaç tanesini. Sonra ilgim dağılıyor birden gözüm dükkândaki kalabalığa kayıyor. Diğer kitap severlere. Yani bir an ben öyle sanıyorum. Yüzünde beliren bir tebessümle, çaktırmadan inceliyorum hepsini. Gözlemledikçe yüzümdeki tebessüm dağılıyor. Yerini hüzünle karışık bir burukluk alıyor. Hal-i ruhaniyetimin o kadar vahim olmadığını düşünüp seviniyorum bir an. Bir adam sendecilik var üzerimde. Gördüğüm manzaraya alışkın oluşuma yoruyorum hemen. Müşterilerin %75’ ini öğrenciler oluşturuyor. Dersleriyle ilgili kitap almak için gelmişler. Yoksa çoğunun uğrak yeri değil bu kitapçı dükkânı. Konuşmalarına kulak kabartınca anlıyorum durumu. % 20’si kitapçıda satılan diğer ürünlerle alakadar. %5 i ise…. Evet, işte o kısım gerçek kitap dostları. Dükkânın içine dağılmış rafların önünde bir ya da birkaç gün ellerinden bırakamayacakları kitapları seçmekle meşguller. Dalıyorum ben de arkalarından dükkânın iç taraflarına doğru. Yüzümde yine aynı tebessüm. Üç genç kızın konuşması geliyor kulaklarıma. Uykusunu getirdiği için zevkle okuduğunu söylüyor birisi. Hafiften kafamı salladığımı fark ediyorum iki yana. Sonra kısıtlı zamanımda bende birçokları gibi çıkıp gidiyorum kitapçıdan eli boş. Eli boş ama zihni dolu bir vaziyette.
Okuma alışkanlığı nasıl kazanılır/kazandırılır soruyorum kendime. Sorguluyorum.
Sonra bir ortamda tanık olduğum konuşma geliyor aklıma. Çocuklarına okuyup özet çıkartmaları için verilen kitabın kalınlığından şikâyet eden, değiştirilmesi için ilgili öğretmene arz-ı ricada bulunan birkaç kişi. Daha sonra seyrettiğim bir filmden sahneler geliyor gözümün önüne. Filmlerin görsel manada verdikleri mesajların her zaman etkili olduğunu düşünmüşümdür. Filmin başrol oyuncusu Kate Winslet arkadaşının tavsiyesiyle bir gruba dâhil oluyor. Gruptakiler, önce seçtikleri bir kitabı okuyor, sonrada bir araya gelip kitabı tartışıyorlar. O gün,Winslet’ın yani filmdeki adıyla Sarah’ın gruba ilk katılışıdır. İşledikleri konu ise son zamanlarda yaşamında süre gelen bir değişimle alakalıdır. Tartışırken kendi duygularını ile getirir. Filmi pek beğenmesem de, bu bölümde kurgu olağan üstü.
İzlerken bir an konudan sıyrılıp, o an yapılan eyleme odaklanıyorsunuz. Kitabı tartışabilmenin verdiği hazzı, sizde izlerken yaşıyorsunuz.
Planlı ya da plansız aynı kitabı okuyan kişilerle bir araya gelip, bir anda kendinizi seviyeli fakat içten, duygusal bir boşluğa bırakıverirsiniz. Kendi düşünceleriniz, kendi duygularınız, kendi fikirleriniz, birikimleriniz çıkar su yüzüne. Hislerinizle konuşur, hiç kimseye, hiçbir şeye bağımlı olmadan yaparsınız yorumlarınızı.
Tabi ki bunların altında kitap okuma alışkanlığı ve sevgisinin yatması gerekiyor. Dile getirmek, bir gün bir yerde anlatırım diye düşünmek için değildir okumak. Ya da uyuya bilmek için değil. Gözünü farklı bir alem de açmak için okumak istemeli insan. Okurken düşünebilmeli. Sayfalardan beynine akana kulak vermeli.
“Kitapsız yaşayamam.” Demiş Thomas Jefferson….‘Abartmış’ diyenlerin seslerini duyar gibi oluyorum birden….Duyuyor ve hafiften yine kafamı sallıyorum iki yana
Bu yazıyı daha farklı yazmak isterdim. Bilimsel verilere dayalı, altında sayfalar dolusu belirtilen bir ‘Kaynakça’ İle. Ama mesaj ‘okumak’ ise son sözüm sadece parantez içindedir.(…)

20 Nisan 2008

PİPPA BACCA

Bir Güvercin Misali

Uçtun Ülkemizden Pippa Bacca

Gerçek Adı: Giuseppina Pasqualino di Marineo
Yaşı: 33
Suçu: “Barış Gelini” Projesiyle Slovenya’dan Filistin’e uzanan bir yolculukla ‘Barış götürmek’
Cezası: Ölüm

İşte Pippa’cım, yaşadığın son birkaç günün kısa özeti bu. Tabiî ki bu kadar basit değil. Ama ne bileyim….Ablanın söylediği o sözler var ya… Hani birçoklarının arkasına sığındığı sözler….Belki ben de kendi sözlerimin arkasına sığınmaya çalışıyorum.
Aslında biliyor musun? İlk değilsin…. Ama bu başına gelen trajedi için söylenebilecek en son cümle.
Türkiye alışkın bu tür haberlere. Ama senin başına gelenler bir başka sarstı bizleri. Mahcubiyetle karışık üzüntü ve utanç. Derin bir utanç.
Barışın sembolü zeytin dalıyla güvercinin efsanevi öyküsünü şimdi sen devraldın. Trajik ölümün, ne hedefini yarı yolda bıraktı ne de beyaz gelinliğin kirlendi. Barış kelimesi dudaklarda isminle ayrı bir anlam kazandı.
Saflığın simgesel rengi beyazla çıktın yollara…
Beyaz gelinlikle…. Beyazla, barışı bağdaştırdın.
Ülkeden ülkeye akıp giden maceran acı bir hüsranla son buldu. Hem de bu ülkede. Bizim Ülkemizde.
Slovenya’dan Filistin’e uzanan, bir geçit, bir köprü olarak gördün ülkemizi…. Ama biz sahip çıkamadık sana….Geçip giderken amacın sadece barış tohumları bırakmaktı topraklarımıza…. Ama biz sahip çıkamadık ne sana ne de uğrunda uzun bir yolculuğu göğüslediğin evrensel değerlerine..….
Aslında biliyor musun? En çok bizim ihtiyacımız vardı o barış tohumlara. Sadece topraklarda değil, yüreklerde de. Devletçe milletçe ihtiyacımız vardı.
Bir bilsen arkandan yazılıp çizilenleri…. Gurur duyardın kendinle. Bizim seninle duyduğumuz gibi.
Evet, evet ya…. Gurur duyardın kendinle.
Sen çıktığın yolda amacına ulaştın Pippa. Yaşasaydın belki bu denli duyuramazdın sesini.
Ve sen hedefine ulaştın Pippa.
İstediğin gibi Filistin’de noktalanmadı yolculuğun. Son durak Türkiye oldu.
Barış seslerin, kederle yankılandı Ülkemizde. Ağıt gibi yankılandı…
Ve… Şimdi sesini Dünya ‘ya daha iyi duyurdun.
Rahat Uyu Pippa Bacca

HİCİV:)

Sayın Başbakanımızı saygıyla anıyorum bu bölümde.
Kısa bir süre önce sözleri tüm ülkeyi farklı bakış açılarıyla salladı durdu, zelzele misali.
“Her aileye 3 çocuk” sözü bir anda çıkı verdi ağzından. Sonra ısrarla sürdürdü bu yaklaşımını.
Sanatçısından, fikir adamına, her kesimden insanlar fikir beyan etti durdu günlerce. Tabii haklı olarak. Herkesin bir sözü olmalı bu konuda öyle değil mi?
Günlerce, göç dedik, nüfus artışı dedik, işsizlik dedik kısa başlıklarla yorum yaparken.
Hakkını yememek lazım. Kızmamak eleştirmemek lazım belki de başbakanımızı. Kim bilir belki oda bahsedilen tüm bu konular üzerine yorum yapmak istemiştir de dili sürçmüştür bir anda.
Genel de doğudan göçle gelen, ya da hala kendi memleketin de yaşamına devam eden doğumuz insanı için söylemiştir. Genel de aile nüfuslarının kalabalık olduğu kentlerdir doğu illerimiz. Kasıt içermeden, örnek gösterişimde bu yüzdendir.
7 çocuk 8 çocuk 10 çocuk… Baktı olacağı yok. Sayın Başbakanımız müdahale etmek istedi belki de. Tabii haklı olarak.
3 Yeter dedi.
Hemen yanlış anlamayın, kötüye yormayın lütfen.
Hiç tanık olmadım, ama duyarım çevremden, bazı hayvan severler evlerinde besledikleri hayvanların üreyip çoğalmasını önlemek için soluğu veterinerde alıyor. Güzel bir uygulama olarak görüyorum. Aslında bu illerimizde (istatistikler nereyi işaret ediyorsa) ve kırsal kesimde yaşayan kadınlarımıza 2 ya da 3 çocuktan sonra zorunlu uygulama olarak getirilmeli kanısındayım. Belki böylelikle yıllar geçtikçe eskiyen yıpranan bedenlerini de bir nebze de olsa koruya bilirler.
Darılmak gücenmek yok. Adı üstünde hiciv bu.